23 Şubat 2015 Pazartesi

PIT

          Pıt, pıt, pıt. Çatıdan yerdeki leğene damlayan suyun sesiydi bu. Umut, dışarıda yağan yağmura dikmişti gözlerini. Yağmurun, gökyüzünden yeryüzüne inişinin ne kadar hızlı olduğunu hesapladı. Yağmurun hızına kendini kaptırdığında, hayatının ne hızlı, ne anlamsız, ne boktan bir hayat olduğunu düşündü. Sahi, neden yaşıyorum? Bunca çaba, erdem, adalet, neden? Peki, insanlar bu yalan koşuşturmalar içinde nasıl mutlu olabiliyor? Yeni telefonlar, yeni bilgisayarlar, yeni ayakkabılar, yeni sevgililer... insanları mutlu eden bu yenilikler miydi, yoksa onlara kattıkları anlamlar mı? Kapattı gözlerini, bulutların yanından geçiyordu ki gözlerini açtığında yerin altındaydı. Tekrar kapattı, bulutların yanında uçuyordu. Açtı gözlerini, karanlık bir yeryüzü vardı üzerinde. İnsanlar yürürken üzerinde, Umut koşuyordu. Mutlulukla, heyecanla koşuyordu. Hiçbir şey tüketmediğini görünce daha çok sevindi. Koştu, koştu, koştu. Durdu. Nereye koşuyordu? Tüm sevinci yok oldu. Var olma düşüncesi ilk aklına düştüğünde hüznün tadına vardı. Hüznü bulduğunda mutluluğu aradı. Mutluluk şartlanmışlıklarımızla dayatılanlar mıydı? Mutluluk ne idi? Erdem ne idi? Etrafına baktığında, kimse yoktu. Herkes yukarıdaydı. Karanlığın ötesinden bir ses duydu. Hişt, dedi biri. Umut, ismiyle tanıştı. Hişt. Umut koştu. Hişt. Umut koştu. Umut sesin geldiği yere koştukça, ses daha uzaktan geliyordu. Hayır, kendini bırakmak yoktu. Yorulmak Umut'a göre değildi, koşmalıydı. Daha hızlı. Hişt. Hişt.
          - Yakaladım seni.
          - Evet.
          - Kimsin sen?
          - Bilge.
          Yağmur yağıyordu. Bilge, gökyüzünden inen her bir yağmur damlasının inişini ayırt edebiliyordu. Olayları en ince ayrıntısına değin düşünebildiğini bu sayede fark etmişti. Ayrıntıların içine gömülür, saatlerce içinden çıkamadığı sorunlarla uğraşır, onları çözene kadar zamanın geçmesini durdurabilirdi. Tüm detayları bir araya toplar ve eleştirisini yapardı. Bir gün, çözümlemeyi ve eleştirmeyi kendine iş edinen Bilge, anlamsızlaşan yaşamların ortasında buldu kendini. Burası, tüketim çılgınlığına hapsolmuş ve sadece kendilerini düşünen insanların dünyasıdır. Bilge, bireysel çıkarların her ideolojiden üstün olduğu bu dünyada başka türlü var olmayı seçti. Olmasıgereken dünya burası değildi. O, anadilinin konuşulmasına yasak getirilen halkının omuzlarına yaslamalıydı omuzlarını. Savaşın ortasında büyüyen çocukların, işgal altındaki köylerde yaşayan insanların hayatına temas etmeliydi. Orada yaşamak istemekteydi. Ama, insanın yapmak istedikleri ile zorunlu kaldıkları eylemler arasında belirlenirdi, hüzün ve mutluluk. Öyle ki, bir yolculuğun mutluluğunda gitti, hüznün dönüşüne. Hişt.
          -Gitmeliyim.
          -Geleyim mi?
          - Sen bilirsin.
          -Peki.
      Pıt. Leğene düşen son yağmur damlasıydı bu. Bir gökkuşağı beliriverdi gökyüzünde. Umut ve Bilge'nin elleri kenetlenmişti, savaşı hiç unutmayacak çocukların ellerine. 

Acıya Ortak Olmak

        Acı çeken toplumun sesi güzeldir. Çünkü, türküleri yaşamdan aldığı dertlerle yazılmıştır. Çünkü onların kültürleri sözle yaşamış, müzikle hayat bulmuştur. Ezilmeyenler sadece dinler. Ezilenlerin acısına ortak olduğunu iddia ederek. Hayır! Ezilmenin acısına ortak olabilir misiniz? Acıyı sadece yaşarsınız. Birinin parmağı kesildiğinde çektiği acıyı, siz parmağınızı keserek hissedemezsiniz.
       Devlet eliyle, yıllarca yakıldı, yıkıldı, talan edildi, tacizlere tecavüzlere karşı geldi. Buradan da anlaşılacağı gibi devlet erkektir. Sınır telleri, devleti erkekleştirir. Erkeklik, öldürür. O zaman, yaşasın mor!
       Maraş, Dersim, Amed, Sivas, Serê Kaniyê, Kobane, Çorum, Gezi, Gazi, Malatya, Zilân...
       Buraya yazmadığım, aklıma gelmeyen bir çok katliama da tanık olan bu coğrafyadan çıkan ses nasıl kötü olabilir ki? Ve sen, nasıl ortak olabilirsin ölüme?

Kırık Kuş

yazılmış öyküleri unutmalı
kırık bir kuş yolculuğu anlatır
geçmiş ölüler tarlasından kendi yarasıyla
o günden beri bir fotoğrafın yası tutulur

        Ne çok severim bu satırları. Ölümü hatırlatır bana, hiç unutmadığım ölümü. Ölüm ne tuhaf şey değil mi? İnsan bazen ölmek ister. Yaşadığı tüm sorunlardan kurtulmak ister. Sonra biri çıkar ve der ki, bu sorunları herkes yaşıyor. Yaşıyor ise herkes aynı sorunu/ve yoksa bir çözümü/ öldürelim hepimizi/tek kurşunla!
        Kapımı çaldı anne? Çalmadı mı? Bana da öyle gelmişti zaten. Yemeyeyim mi tırnaklarımı? Tırnaklarımı yememin sebebi sensin biliyorsun anne. Bilim der ki, iki-dört yaş aralığında çocuk, içindeki enerjiyi dışarı atamadığından kendi bedeninde bunun acısını çıkartır. Doğru, çok üstüne gittim, ben de inanmıyorum zaten bilime. Ne yapayım? Bir karşılıksız sevda içinde yiyorum tırnaklarımı bir de ölümü hatırladıkça. Hep mi yiyorum? Evet, anne.
        Hem kim ister ki, tırnaklarını yiyen, küçük elleri olan ve güçsüz bir insanla birlikte olmayı? Konuşan adam kim anne? Kimse konuşmadı mı? Bana da öyle gelmişti zaten. Ne diyordum? Evet, güç. Güç için paranın miktarıyla doğru orantılı diyorlar, ne diyorsun? Ben öyle düşünmüyorum. Bazen, güç, akıl oluyor, zeka oluyor. Hem parasız, hem salak mıyım? Belki de.. Belki-si fazla mı? Ağlayan insan da güçsüz müdür? Doğal mıdır, ağlamak?
        Ay anne, sen de, ilahi... Doğa, korudukça ilmiğin boynumuza geçmesi değil mi? Kim bunlar anne? Kimse gelmedi mi? Ama ben birilerini görüyorum. Yok yok, sadece birini görüyorum.  Doğada, sigarasını sararken gözüme çarpan ve bende olmayan tırnaklarının ucunda, ince ve güzel, beyaz tırnaklarının ucunda, dişleri de çok güzel, biliyor musun? Genç ölmek ne güzel şey değil mi anne? Değil mi? Niye yaşadın ki bu yaşına kadar? Gerçekten inanıyor musun dünyayı güzelleştireceğine? Eskiden hiç yeni olmaz ki anne. Hiç olmamasından güzeldir ama, değil mi? Eski de olsa güzeldir.
        Gözlerinde gördüm, o bir dünya anne, bir tanrıça, inandım ona. Ben, seni seviyorum dedikçe, onun sadece severim ki ben, demesine inandım. Sever, bilirim. Ama benim onu sevdiğim kadar değil. İnancımı yitiremem, doğru. Umutlanmak istemiyorum ben artık! Ölmek ise çözüm, ne duruyorum? Seni bırakamıyorum anne! Güçsüz bir insanım ben. Seni bırakamıyorum. Ne senin istediğin gibi bir insan olacağım, ne de seni bırakacağım. Güçsüz, çirkin, sefil ve tırnaklarını yiyen bir insanım neticede. Pişman mısın beni doğurduğuna, anne? Neden olmayasın, sen doğurdun diye, sana güzel gelmek zorunda değilim ki... Güzellik bakıştadır değil mi anne? Ama bakışlarım gözyaşlarıyla dolu benim anne. Ağlıyorum, bak. Ve ben bir sarılmaya dünyamı verecek iken... Bak gene getiremedim, cümlenin sonunu. Evet, belki salağım, belki güçsüzüm, ve evet, tırnaklarımı yiyorum ama... Gene olmadı. Bitmiyor bazen cümleler. Bazı hayatlara benziyor. Bazı yaşanmışlıklara, yarıda kalıyor. 
        Yarıda kalan bir çok şey var anne. İş gibi, senin maket gemin gibi, benim "puzzle" ım gibi, ağlamak bazen, yarım kalıyor ya hani, tam boğazın düğümleniyor, bırakıyorsun kendini, rahatlayayım diyorsun ve çıkmıyor oradan.
       Ölürsem gözüm açık kalır mı acaba?  Bilmem, bazıları öyle öllüyor. Bu insanlar neden gülüyor anne? Yok mu insan falan... Delirdim mi ki ben? Deli Şevki vardı, Karadeniz'de. Derdi ki, "kimseye boyun bükmeyip, kimseye zarar vermeyen insana deli derler" Kaç kişiyiz ki? 
      Bir de anne, senin ellerinde onun elleri gibi mi? Nasıl mı? Onun ellerini tutunca ben, kalabalık oluyorum. Bırakıyorum kendimi, uçuyoruz sonra. Gülümsüyoruz birbirimize, gökyüzünde. Düşün anne, bulutlar bile aşağımızda. 
        Ben kimseye zarar vermek istemiyorum anne. Sevdiğim insanların istemediği şeyleri yapmak istemiyorum. Yapmadan da kendimi tutamıyorum. İnsan sevdiğini söylemez ise ölür mü anne? 
        Nereye götürüyorlar beni anne? Anne, tutmayacak mısın beni? Anne, götürüyor-lar. Anne? 

Vasiyet

                Ne toplumun istediklerine uydum, ne de dinin. Bu yüzden ölüm dediğiniz şey benim için bedenin yok olması değil. Hiç olmadı. 
                 Bu yüzden, sahnede bekletin cenazemi bir süre. Alkışlayın, bol bol... Nasıl olsa alkışın başarıyla doğru orantılı olmadığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Çok yorulacaksınız ama ne yapayım? 
                Tanrıçaya müteakip kaldırın cenazemi. El ele tutuşun hepiniz başucumda. Önce Mohsen Namjoo - Khan Baji eserini çalın, dinleyin. Sonra evinizde Koma Amed - Evare dinlersiniz zaten. Şarabı unutmayın, kırmızı olsun. Şerefime kaldırın, çınlasın bardak sesleri. Ağlaşın dakikalarca... Güzel şeyler söyleyin birbirinize. Sonra aklınıza geleyim bir cümle. Tekrar buluşturun gözlerinizi, bitirmeyin öykülerinizi. Düşmeyin sakın tekrara. Yeni şeyler üretin ki bitmeyen bağlar oluşsun yüreklere giden yollarda. Terk etmeyin birbirinizi, bilirim, acıdır. Acıtır yüreği, göz göre göre yokluğu düşünmek. Varlığından habersizmiş gibi yaşamak. Acıtır yüreği.
                Bakmayın benim gittiğime. Siz, Turgut'la göğe bakın, Cemal'le iki çay söyleyin birbirinize. Son paranızı paylaşın ki fakirliği öğrenin. Çok paranız olduğunda hunharca harcayın ki, hayatın kısa, kuşların uçtuğunu bilin. Yatırın bütün paranızı alkole, müslüman çoğulcu toplumlarda işsiz kalmasın TEKEL çalışanları. Hem iki kadehten  sonra daha bir güzel aşık olursunuz birbirinize. Güzel sözcükler iki dubleden sonra, güzel sevişmeler iki kadehten sonra olurmuş. Herkesin uyumasını bekleyin.
                Duygusal olmak istiyorsanız, olun! Ne kaybedersiniz ki bu hayattan. Kaçışınız var mı ölümden?
                Yanlış anlaşılmamak için mücadele edin, aşkınız için ettiğiniz mücadele kadar. Gerçi siz ne kadar anlatsanız da kendiniz, karşıdakinin anladığı kadarsınız. Ve siz ne kadar verirseniz değer, bir önemi yok! Karşıdakinin verdiği önem kadar benliğiniz. Yine de teşekkür edin birbirinize, geçen tüm güzel zamanlar için.
                Benim için emek verenlere, sevdiğimi söylediğim ve söyleyemediğim herkese, bana değer verenlere, hayatımdaki tüm güzel insanlara can-ı gönülden teşekkür ederim. Hepinizden çok şey öğrendim. 
                Yazıyı bitirmek istiyorum ama bir finalim yok. Bu yüzden büyük üstada bırakıyorum sözü, ferfecir eserini dinlerken okuyun bu güzel şiiri.

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları  da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Turgut UYAR

En İyisini Sen Bilirsin (!)

       Bir çok insan yıllarca din elden gidiyor diye öldürüldü bu memlekette. Hepsine bir ad bulundu. Kimi zaman dış güçler, kimi zaman lobiler... Sesini çıkarmadın, sustun. Çorum, Maraş ve Sivas... Bunlar yakın tarihte yaşadıklarımız, bize yaşatılanlar. Evlere işaretler konuldu. Ses çıkarmadın, sustun. İnsanlar Bingöl'de ölümle tehdit edildiler. Kaçtılar, Dersim'e, İstanbul'a... Bilir misin, göçmen sadece ülke sınırları dışında olmuyor bu memlekette. Gezi sürecinde sekiz güzel insanı uğurladık, göremeyeceğimiz yolculuklara. Sesini çıkarmış gibi yaptın. Bir selam verdin.
      Bugün savaş var Kobani'de.  Komşunun akrabası var orada, ölümle karşı karşıya. Yine sesini çıkarmıyorsun, susuyorsun. Şehirde insanlar, akrabaları ölmesin diye sokaklara çıktı. Kimi insanlar ise insanlar ölmesin diye... Kimisi hepsini düşünerek sokaklardaydı. Amaç, Kobani'de yaşanan savaşa karşı birazcık haberdar olunabilmesiydi.
        Haberlerden izlediklerini bilirsin sen, gezi sürecinde yaşayan sendin. Televizyon kanallarının binalarının önünde yapılan eylemleri en iyi sen bilirsin. Sen orada gaz yerken, televizyonda penguen belgeselleri vardı. Hatırladın mı? Şimdi aynı televizyon kanalları, sokağa çıkan insanları terörist olarak lanse ediyor. Sen değil miydin, iki yıl öncesine kadar çapulcu olan? Ne oldu da bu iki yıl içinde ölen insanlara kayıtsız kalmayı öğrendin? Üzerine atılan gazı geri atmayı öğreten insanlara bu derece sırtını dönmene sebep olan nedir? Eylemde yüzüm görünmesin diye kamerayı ters çevirmeye çalışan sen değil miydin? Çeviremeyince yanındaki arkadaşından destek alan da sendin.  Sadece merakımdan soruyorum, nedir seni bu derece sessiz kılan?
        Çok istiyorlarsa Kobani'ye gitsinler diyorsun ya, işte, ona dahi izin verilmiyor. Kobani'ye destek için giden onlarca insanı yolda beş-altı defa çevirip kimlik kontrolü yapılıyor. Daha köylerden Kobani'ye geçmeden gaz ve suyla karşı karşıya kalıyorlar.
        Senin komşun, iş arkadaşın, kardeşim dediğin insanlar bunlar. Olmasalar da önemli değil ama hani bir yerden temas ediyor sana. Şunu da bil, tarih dediğin şey senin geçmişinden ibaret değil. Senin bulunduğun an tarihi bir andır. Ve sen bu zamanı nasıl geçirirsen öyle yazılırsın tarih kitabına. Üç seçeneğin var aslında. Ya öldürensin, ya ölen. Ya da ölüme seyirci kalarak, ölüme göz yuman.
         Ek olarak belirtmeliyim ki, ben sınırlara inanmıyorum. Bir kaç kişinin koyduğu sanal çizgiler üzerinden yapılan ticarete de...  İnsansın sen! Tek istediğim bunu hatırlaman. Etnik kökenin veya etnik kökenim hiç önemli değil. Ne olur, insan olduğunu hatırla ve Kobani'ye sessiz kalma! 

Bugün de Ölmedim

            Sabah saat dörtte telefon çalıyordu. Açtım, gelen ses titrek ve ağlamaklıydı. Ölümün ne zaman geldiği önemli mi? Otuz yaşında ölmekle altmış yaşında ölmek arasında ne fark var? diye art arda sorular soruyordu. Hiç düşünmedim, diyerek telefonu kapattım.
           Olaylar yine çığırından çıktı. Düşünmedim mi gerçekten ölmeyi? Düşündüm. Önemi olmayan konulardı bunlar hep. Gözlerimi kapatıp tekrar uykuya daldım.
           Bir kadının kahverengi gözlerinde, birilerinin üzerime su döktüklerini gördüm. Birileri hüzünlü surat ifadeleriyle üzerimde su gezdiriyordu. Neyin hüznüydü bu? Niye bu kadar asıktı suratları? Çok zaman geçmedi, insanların omuzlarında buldum kendimi. Cenazeydim. İstediğim bu değildi.  Ölüyüm diye omuzlarda taşınmak isteğim olmadı hiç. Yaşarken bakıp selam vermekten çekinen insanlar taşıyorlardı omuzlarında beni. Amaç kendilerini affettirmek mi, yoksa ben kendimi bir bok sanayım diye miydi bu eylemler, bilmiyorum. Bir ahali saygı içerisindeydi bana. Yaşarken omuz atıp, sinirle giden insanlar, şimdi sadece ölüyüm diye, dokunmaktan çekinen insanlardı. Bitmeyen saygı göstergesi süresince soğuk görünen bir taşın üzerine koydular beni. Ben saatlerce beklerken orada, hakkımdaki konuşmaları dinliyordum bir taraftan. Çok sıkılmıştım. Bir an sohbetin benden çıkıp futbol konusuna geçmesini garipsedim. Sonra insanların birbirleri hakkındaki dedikodularıydı beni en çok üzen. Ne çok insan vardı yaşarken birbirini sevmeyen ve ne çok insan vardı, sevmediği insan ölünce omuzlarına alarak saygı gösteren. İyi ki öldü diyen de oldu, ölmeseydi de oturup bu akşam iki kadeh rakı içseydik diyen de... Birinin öksürmesiyle herkes toparlandı. Sıralı biçimde arka arkaya geçtiler. Ellerini göbeklerinde bağladı erkekler. Kadınların bir kısmı oturuyordu sol tarafta, bir kısmı ayaktaydı, oturanların yanında. Fakat ben hiç inanmadım kadınların erkeklerin kaburgasından yaratıldığına. Çok saygılıysanız bana, ya hep beraber oturun başucumda ya da hepiniz ayağa kalkın, hep beraber sıraya geçin yanı başımda. Sıraya geçmeye de karşıydım bu arada. Düzensizlik de bir düzendir esasında. Diyebilseydim de bunları, biliyorum dinlemeyecektiniz beni. Anlamadığım da buydu. Birinin öksürmesi yetiyordu sizi bir araya getirmeye ve kadınları dışarıda tutmaya. Birinin çığlıkları ise bir boka yaramıyordu. Öksüren erkek başımda konuşmaya başladı. Sonra ahali hep bir ağızdan üç defa helal olsun dedikten sonra tekrar aldılar beni omuzlara. Ne bitmek bilmeyen saygıydı. İnsan şımarıyor bu kadar üstüne gelindikçe. Yüklediler bir arabaya. Bir süre sonra tekrar aldılar omuzlara. Artık bitsin isterken ben, tamam dediler, burası. Koydular toprağın içine. Üstüme toprak yağdırdılar. Sonunda dağıldılar.
         Zil çaldı. Kapıyı açtığımda karşımda kahverengi gözlü kadın. Bakışımla gözlerinde gördüğüm ölümü hissettirmiş olmalıyım ki, yüzünde tatlı bir gülümseme hasıl oldu.
        "Otuz yaşında ölmekle, altmış yaşında ölmek arasında ne fark var" diye sordu bana.
        "Seninle yaşamam gereken bir otuz yılın eksikliği" dedim.
         Saatin alarmı çaldı. Uyandığımda saat sekizdi. Baktım, bugün de ölmemişim.  

Yönetmek mi?

Çok sevdiğim bir ablamın güzel bir sözü var; "Sen lider olmazsın, seni lider yaparlar."
Bazı insanlar seni göğe sığdıramazlar. Sözüm ona içindeki lideri ortaya çıkartırlar. Sen, neye uğradım diyemeden bir bakmışsın ki eline mendili tutturmuşlar. Bir de bakarsın ki halayın başını çekiyorsun!  
Bunun için çeşitli manipüle yöntemlerini kullanırlar. Bunlar gerek psikolojik gerekse de fiziksel olarak ortaya çıkar. Elini senin omzuna koyar ve -sen oldun- derler. Sen, aldığın o gazla yola koyulursun. İşler yapmaya çalışırsın. Rakibini alt etmek için elinden gelen her şeyi uygularsın. Yaptığın iş içinde haksızlık  payını sorgulamazsın. Bu yolda hiç endişen olmaz. Çünkü bu endişeleri yok edecek bir cevap her zaman hazırdır, seni o yola sokan insanların beyinlerinde.
Önce, sana lider gözüyle bakarlar, yürüdüğün yol için en doğrusu olduğunu söylerler. Kendileri lider olmazlar. Çünkü bu rolü kaldıramazlar. Yapamayacaklarını bilirler ya da yapmamaları gerekenin bu olduğundan emindirler. Sen yönettiğini sandığın süreci sana yönettirirler. Senden emir beklerler. Aslında bu emri sana onlar verdirirler. "Haydi, bize bir emir ver yapalım" derler. Ne haddime demeyi aklından bile geçirmezsin. Önünde emir bekleyen insanlara anında emrini verirsin. Yapabileceği emirleri senden ister ve yaptığında mutluluk gözlerinden akar. Sen de zannedersin ki, durumu çok iyi yönetiyorum. Hayır! Sen iyi yönetmiyorsun. Seni kendi istekleri doğrultusunda iyi  yönlendiriyorlar.
Bunun sonu yok. Hep böyle devam edecek. Sen hep kendini bir bok hissedeceksin. Birileri senin iyi bir bok hissetmeni sağlayacak. Hangimizin yönettiğini bilmediğimiz bir tehlikeli oyun içindeyiz.
Bu yüzden biz, yani Hikmet,
"Ben ve benim gibi kabuslarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan ruh proletaryası, bu dünyadaki yerini ancak büyük oyunun içinde bulabilir."
He Albayım? 

Cenaze Töreni

       Öğle vaktinde gelen cenaze haberi neticesinde koşarak cenaze evine gittim. Sanki ölümden döndürebileceğim kendimi. Beş, altı kadın ve bir iki erkek evin içerisinde ağlayan annenin başında toplanmış. Ne öldüğünü söylüyorlar anneye ne de ölmediğini.  Soruyor kadın içten ağlamaklı gözlerle, nerede oğlum? Cevap, bilmiyoruz!
      Bir süre sonra insanlar toplanıyor. Kalabalıklaşıyor cenaze evi. Kara haberin tez duyumundan olsa gerek, çok zaman almıyor insanların gelişi. Herkes merak etmeye başlıyor cenazeyi! Nerede bu cenaze? Kim var yanında? Cevaplar veriliyor, öğreniliyor. Durum kesinleşiyor. Burada olmak gerek o zaman, deniliyor.
    Birbirini uzun zamandır görmeyen insanlar, birbirlerine hal hatır soruyor. Sohbetler başlıyor. Uzun zaman görüşmeyen bu insanlar birbirlerinin ne işle meşgul olduğunu soruyor. Çay içiyorlar bir taraftan. Birileri o sırada cenazenin "sahipliğini" yaptığından mezarlık işleriyle uğraşıyor. Çay içilerek sohbetler devam ediyor. Acıkanlar yemeklerini yemek için evlere misafirliğe gidiyor. Sohbetler arasında şakalar yapılıyor, gülenler oluyor. Bir taraftan cenaze sahibi aile ağlamaya devam ediyor.
     Sohbet bir ara cumhurbaşkanlığı seçimlerine geliyor. Sosyal demokrat bir akraba topluluğunda bitmek bilmeyen memleket kurtarma operasyonları başlıyor. Ekmeleddin'den medet umma durumu ise içler acısı... Hele ki askerliğini yapmış sosyal demokrat akrabaların içerisinde sosyalist tarafınızı belirterek Demirtaş'a oy verdiğinizi söylediğiniz an başlıyor yaygara. İşte o an militarizmin dibine kadar sokuyorlar sizi. Başlıyor ortak düşman Amerika davası! Bunu söyleyenler yetmişli yılların has devrimcileri!!!
         Militarizm demişken, askerliğinin tecilli olması herkes için bir sorun  oluyor. Hayatınızı bilmeden hayatınızda bir engel olduğunu söyleyen amcalar, dayılar, ağabeyler... Ah, erkekliğiniz! Sohbet koyulaşıyor. - Bak benim çocuğa, yaptı askerliğini artık bir engeli kalmadı.
           -Pardon, neden vicdani ret yapmadı? Oha, ne sordum ben?
            -Vicdani ret mi, O ne demek?
           - Beni çağırıyorlar. Geldim!
        Önce utanıyorsun, niye kaçtığını sorguluyorsun. Bir süre düşündükten sonra, ona bunu anlatana kadar kaçmak en iyisiydi diyorsun. Hangisinin iyi olduğunu hala bilmiyorum. İyi ne ki?
              Bu arada cenaze yarın kalkacak, varın yarın neler oldu, siz düşünün. Ne bugünden farksız, ne de yarına dair özgün bir gelişme vardı.
           Doğum ve ölüm üzerinden çok mu realistiz ve bu durumdan o yüzden mi soyutlanmışız bilmiyorum ama bunu dini bir törenle yapmak olayı ironileştiriyor.
           Eleştiri olsun diye yazmıyorum bunları. Sadece anlayamıyorum. Odağımızda mı sorun var? Ne için buradayız, ne için orada olacağız?
                Işıklar içinde uyusun, kardeşim! 

Ah, Ana Muhalefet!

               Bugün, Sayın Tarhan açıklama yapıyor. Sözün özü; cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterilen adayın MHP ile ortaklaşa bir çalışmanın sonucu olması ve hüsranla neticelendirilmesi sebebiyle CHP Genel Başkanı'nı istifaya davet ediyor.
                Bir bakıma haklı olan Tarhan'ın gerekçelerinden biri de CHP'nin sağ düşünceden bir aday çıkartması kendi ilkelerine karşı çıkmasına sebep olduğudur. Peki, olmasaydı ne olurdu?
                Diyelim ki, altı ok düşüncesine sahip, sosyal demokrat biri aday olarak gösterildi. seçim propagandasını bu düşünce üzerinden ve sosyal demokrasi üzerinden yaptı. Kazanacağına inanır mıydınız?
                Ben inanmazdım! Çünkü,  CHP'nin sorunu, ilkelerini net belirleyememesidir. Zira sosyal demokrat bir partinin bir millet vekili marksist/leninist ise o millet vekilinin kendini ifade edecek yeri olmadığındandır. Üstüne bu millet vekili bir de marksist girdiği partide sosyal demokrat söylemler yürütüyorsa, vay memleketimin haline...
                Tarhan, Demirtaş'ın aldığı %9 luk oy oranını belirterek, bu oranın CHP'nin MHP ile yaptığı ittifak sonucu, CHP tabanından Demirtaş'a oy veren vatandaşlar olduğunu söyledi. E, haklı! Es geçilen ise şu, amacının ne olduğunu bilen, çalışmalarını buna dair yapan ve Türkiye'de sosyalist olduğunu belirten bir çok insan oyunu Demirtaş'a vermiştir. Kazanamayacağını bile bile ama %9 un içinde mutlu ve huzurlu olduğunu söyleyerek.
                Havuz medyası, propaganda yapamıyoruz, maddi gücümüz yok, televizyonlar bize yer ayırmıyor gibi söylemlerle kendini küçük düşüren CHP, kendi inancını yetirmiş bir partidir. İş Bankası'nı ve partinin resmi gelirlerini bir yana bırakarak, millet vekillerini partiye inandırmaktır has olan. Mecliste yüz otuz (130) millet vekiline sahip olan CHP, vekil başına ayda beş bin Türk Lirası (5.000 TL) bağış (aidat) alsa, bir sene içerisinde yedi milyon sekiz yüz bin Türk Lirası (7.800.000 TL) yapar. Bunu verecek vekil yoksa partide ya kapatın gidin evinize ya da muhalefet olmaya devam edin ömrünüzce. (Değişim için çıkar değil, sadakat önceliklidir)
                Bunun sonucunda, CHP her ne kadar lider değiştirirse değiştirsin. En büyük sorunu partisel anlamda kendine inanma sorunudur. Sizler önce kendinize inanın, sonra tabanınızı kendinize inandırın, en son AKP'nin tabanını kendinize inandırın. Zira başka bir şeye inanmış bir toplumu kendine inandırmak çok zordur!

İstiklal Caddesi'nde Bir Gün

Aralık ayının yirmi dördü, soğuktan titrememek için kendini zor tutuyordu. Yine de gitarını çalmaya devam ediyor, atılan 1 liranın sevinciyle ısınmaya çalışıyordu. İstiklal caddesinin tüm taşları sökülmüş, yerine asfalt yapılmıştı. Üşümesinden çok buna içerliyordu. Sahi ya, neden kaldırdılar yerdeki taşları, neden bozdular nostaljik havayı? Gezi direnişi miydi sebebi. Olamaz ki, gezi direnişinde taşlar hiç sökülmemişti çapulcular tarafından. Ya sökerlerse bir dahakine... Ne o, korkuyor musun? Yok, korku demeyelim de, üşüyordu. 1 lira bile ısıtmıyordu artık. Miktarın az olmasından değil, atan gidiyordu her nedense. Hayır para atmayın ama gelip dinleyin, beraber söyleyelim istiyordu. İçim ısınır o zaman, yaz sıcağında sahilde yürüyormuşçasına.  Son bir kız attı bir lira kestik müziğini. Bıraktı gitarı ve kalktı yerinden, kızın gözlerine baktı. Bir tebessümle rica etti beraber şarkı söylemeyi. Ama önce sigara sarmak gerekti. Amerikan tütünü çıkardı ve tütün iyice tiftiklendikten sonra arap kağıdını çıkardı. Tütünü kağıdın içine yerleştirdi ve çok sıkı olmamak şartıyla sardı. Bir tane de kendine sardı. Ne güzeldi bir nefeste tüm dünyayı dolaşmak. Kimileri için görülmeyen bu varlıkların oturmuş sigara içmesi ne sakıncalıydı. Televizyona çıksa sansürlenecek yaratıklardı. İkinci nefes daha derindi, sigaranın yarısına gelince sıkılmış birer çocuklardı. Sanki yıllardır tanışıyormuşçasına gülüşüyorlardı. Artık zamanı gelmişti bir türkü tutturmanın. Ele güne karşı, elin günün yanında, yarin yanağından gayrı ne varsa paylaşmaya koyuldular. Gitarını hafifçe tıngırdatırken Nazım'ın dizeleri çıktı ağızdan, beraberce.
Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı. 

Açılma

Kim ister, duygularını açtığı insanın nazikçe reddetmesini beklemeyi?
Yağmur yağıyordu. Sonbaharın ilk yağmuru belki de. Mevsim sonbahardı ama kendini kış sanıyordu. Bir sigara sardım, yaktım. İçtiğim sigara her günkünden çok farklıydı.  Anlamlı içer oldum. Derince, acıyı hissederek ama düşünmeden…
Reddedilme acısı, polisten yenen copun acısına benziyor. O an hissedilmiyor ama sonra yakıp kavuruyor dokunduğu yeri. Copu yerken hissedilmeyen acının sebebi hırs olmalı. Peki ya bunun sebebi ne?
Dile getirmemek için çok tuttum kendimi ama konuşmalıydım. Büyüklerimiz  “Gönül kimi severse, dünya güzeli odur” dediler. İnandım. Dünya güzeli belledim ama söyleyemedim. Ayıp ettim, öğrendiklerimi yapamadım. Yine de gözlerine bakıp, “ben” ile başlayan cümleyi kuramadım. Ne mi yaptım?
Saatlerce karşılıklı konuşup arkadaş rolünde dinledim. Çıktım ve gittim. Dayanamadım, yüz metre sonra geri döndüm. Koştum. Delicesine koştum. Yağmur sırılsıklam yapsa da beni, umurumda değildi. İlk defa bir çılgınlık yaptım. Bir çılgınlık mıydı bilmiyorum. Düşünmüyordum. Sadece koşuyordum. Evden çıkacak diye çok korktum. Yetişmeliydim. Bir dakika da olsa görmeliydim.  Geldim. Nefes nefese… Ziline bastım. Kapıyı açtı. Gözleri her zamankinden daha kocamandı. Neden geri döndün dercesine bana bakıyordu. Yine söyleyemeyeceğim diye çok korktum. O an kocaman bir ömür gibiydi. Tekrar baş işaretiyle neden geri döndüğümü soruyordu. Bu sefer yutkundum ve “senden etkilendiğimi söylemek için geri döndüm” diyebildim. Hâlbuki onlarca cümle düşünmüştüm. Hiçbiri aklıma gelmedi. Neden geri döndüğümü düşünerek bir suçlu gibi hissettim kendimi. Elim duvarda başım elime yaslıydı. Hafifçe başımı kaldırıp söylemiştim bunu ve o sadece; “İçeri gir, konuşalım” dedi. Ben böyle hayal etmemiştim. Bunu da söyleyemedim.
İçeri geçtik. Oturduk karşılıklı, ilkinde olduğu gibi. O bir sigara yaktı. Ben sarmaya çalıştım ama ellerim titriyordu. Saramadım. İkinciyi denedim. Sardım ama bu sefer de filtresi çıktı. Rezil mi olmuştum? Hayır, sanmıyorum, sadece bir an rezil olduğumu düşündüm o kadar. Makine var. İstersen onunla sar dedi. Olur, dedim. Fakat bununla da hiç sarmamıştım. Aslında söylemezdim ama bir kez daha rezil olmaktan korktuğumdan belki “ben hiç makineyle sarmadım” dedim. “Ben sararım dedi”. Keşke dedim içimden, keşke… Keşke bu konuşmaya hiç başlamasak, geldiğim yerden tekrar alsak sahneyi ve sen hayalimdeki gibi cevap versen bana. O zaman keyiften saramasam bu sigarayı da ben sarayım mı diyerek cilve yapsan. Bu da bir anlıktı. Sigarayı sarınca o düşünce de yitip, gitti.  
Bahçenin kapısını açtı. Sigaranın dumanı içeride kalmasın diye. Üşüdük beraber. Beraber üşümek ne kadar da güzelmiş. Ben seninle bir şeyler paylaşmayı ne kadar da çok istemişim.  Seninle üşümek, senin için yağmurda ıslanmak kadar güzeldi. Bunları da söyleyemedim.
Sigarasının ilk nefesini çektikten sonra “benden sana gelen bir duygu yok” dedi. Sonra, kimine göre klişe ama bana göre anlamlı, içi dolu konuşmalar başladı. Fakat ben bunların hepsine kapatmıştım kendimi. Çünkü ben o sırada şunu sorguluyordum; Önemli olan bir duygu olmaması mı, olmasını engellemek mi? Yine de neden olması için denemiyorsun diyemedim.
Haklıydı her şekilde. İstemiyorsa, istemiyordur. Üstelenmemeli duygular. Bencillik yapmamalı, sadece saygı duyulmalı. Ama dayanamamanın azizliği, hatırladıkça gülen yüzüm. İnsanlar dalga konusu yapardı, senin ismini duyduğumda oluşan surat ifademe. Bir sitem değil bu, kızmak da değil. Ne haddime! Durumu yazıyorum sadece. Ekseriyete ulaşmış duyguların eseri bu.
Sonra kalktım. Gitmem gerekti artık. Ben kalırdım saatlerce ama onun çıkması gerekiyordu. Nasıl da engel olmuştum ona. Kendi duygularım yüzünden onun da işini engelliyordum.  Bu yüzden mi karşılık bulamamıştım acaba? Sanmam. Samimiydi hissetmediğini söylediği an ki hisleri. Doluydu gözleri. Bir acıma duygusuyla mı yoksa üzülme duygusuyla mı bilmiyorum. Ben gidiyorum dedim. Hırkamı giydim. “Sana sarılmak istiyorum” dedim. Sarıldık. Saatlerce kalabilirdim öyle. Belki de hala oradayım. Sadece bedenim burada…

Ruhu Özgür Bırakmalı

Ruhu özgür bırakmalı; dünyaya ilk geldiğimiz gün olduğu gibi... Din, para ve düşmanlığın olmadığı ilk gün!

Geçiş Süreci

        Çocukken annesinin ayakkabısını giyerek kendini büyük sanmayan var mı?
        Ergenlik döneminden yetişkin döneme geçiş sürecinde, bunu sen çok az fark ederken bir başka kişinin fark edip sana söylemesi kadar mutlu edici bir şey yoktur. Aslında büyük ayakkabıyı giyip kendini bir şey sanmaktan bir farkı da yok. Yine de o mutlulukla, kendi kararlarını vermediğinin, inisiyatif aldığının sorumluluğunu hissettiğini fark edersin.

        Peki ya bu süreçte bu farkındalık nasıl oluştu? Yani ne oldu da o geçiş sürecinde bir adım atabildin? 
        Sizi bilmem ama benimkinin birçok sebebi var. Bir tanesi; ailem.

        Artık sigortalı bir işe sahip olmam gerektiği o kadar söylenip duruldu ki hane içerisinde istesem de istemesem de bir sorumluluk duygusuna kapıldım ve sordum; Ee, ben ne bok yiyeceğim? 
       Bir diğer sebep arkadaşlar.

       Pasif agresif bir tarafın varsa bulunduğun yerde soruları cevaplayan sen olursun. O sorumluluk sana yüklenmiştir bir kere ve istesen de istemesen de sen cevaplamadan öğrenilmez bir bilgi vardır. 
       Bunların hepsini bir yana bırakırsak, en önemli etkenlerden bir tanesi öğrenen süreçten öğreten sürce geçiş dönemi. Nasıl mı ?

        Aldığın eğitimler, çalışmalar, düzenlemeler... adına ne derseniz diyin ama öğrenme sürecinden öğretme sürecine geçtiğinizde aldığınız sorumluluk ve bu sorumluluk duygusunda bilmediğiniz şeye bilmiyorum diyebilmek çok önemlidir. Bu kadar net konuşuyorum çünkü yaptım. Belki geç belki erken oldu bilmiyorum ama yaptım.
         Bu süreçte öğrendiğim en önemli şey ise; sürekli ergen kalmak istemiyorsanız, öğrenme sürecinden öğretme sürecine geçtiğinizde "sadece öğretiyorum" duygusuna kapılmamaktır. Bu duygu sizi sürekli ergen konumunda sürüklemeye devam eder ve her ne şartta olursa olsun, hiç bir şey öğretemez ve öğrenemezsiniz. 
        Bu yüzden en önemli nokta öğretme sürecinde, öğrenme sürecinizi devam ettirmektir. Her an bir şey öğrendiğinizi unutmayınız. Bir sorunun cevabına pazartesi günü "bilmiyorum" demeniz gayet olağandır ama aynı soruya salı günü de "bilmiyorum" cevabı verdiğinizde ergenlik döneminiz sürüyor demektir. 
        Bu durumun tersi de ergenlik sürcini devam ettirmektedir. Bunun adı;  "sadece öğreniyorum" demektir. Sadece öğrendiğinizi iddia ettiğinizde de bitmek bilmeyen bir geçiş süreci yaşarsınız. Yaşınız, yaşantınız, çevreniz ve bedeniniz yetişkin döneme geçişinizi istedikçe bunu reddedersiniz. Aslında kaçmak dediğimiz eylemi bilfiil gerçekleştirmiş olursunuz. Zira sadece öğretiyorum diyip 'böbürlenmek' ne kadar zararlı ve yetişkin döneme geçişi engellemekteyse 'sadece öğreniyorum' demek de bir o kadar çocuksu bir kaçamaktır. 
        Bu maddelerin en önemlisi ise benim adıma şanslı olduğum, -umarım siz de yaşarsınız- iyi bir hocaya sahip olmaktır. Evet, iyi bir hoca, size ne zaman 'sen şunu yaptın ve oldun' derse o zaman geçiş sürecinin geçişine başlanmıştır. Ama ne zaman 'sen artık benim meslektaşımsın' derse işte o zaman geçiş süreciniz başlamış demektir. Bu sizin kendinizde görmeye çalışıp -kimileri çalışmaz- göremediğiniz noktanın görülmesi ve bunun gayet, isteyerek yüzünüze vurulmasıdır. İşte siz o noktadan sonra, "madem ki ben oldum, kendi kararlarımı, kendi tarafımı, kendi isteklerimi söyleyebilirim" diyebiliyorsunuz. 
        Hayatınızda yaşlarının hiç bir önemi olmadan bir çok ergenle yaşıyorsunuz, bu size oldukça zarar verebilir. Ama unutmayınız ki, biz yetişkin sürecin neresindeyiz diye sormadıkça, ergenliğiniz devam edecektir. Sakının!
        Yaşınız ilerledikçe ayakkabınızın numarası büyümesin ;) 

Tepkiye Moda Sansürü

        Taksim Gezi Parkı direnişi sürecini yaşadıktan sonra gerçekleşen "bende tepki vermeliyim" düşüncesi kimi kişilerce moda oluyormuş... Yani insanlar bir kere tepki gösterdikten sonra tekrarlandığı vakit modalaşması deniliyormuş. Hatta moda olduğundan bir başkasını çağırmak da kabahatmiş. Hâl böyle olunca beni de aldı bir moda-severlik. Yok, ne deniyordu ona? Hah, moda takipçisi!
        Neyse...
        Esasında moda dediğiniz şeyin yeni bir öğrenme süreci olduğunu anlatmak istedim. Bunu, sizin klişe dediğiniz ezberlenmiş cümlelerle; birlikte olunmalı, sustukça sıra sana gelir, omuz omuza ile belirtmeyeceğim. Şimdiden sıkmak istemem. Daha sonra sıkılırsanız da sorumluluk kabul etmiyorum.

        Bir bireyin şahsına, birden fazla yapılan olumlu veya olumsuz etkiye  tepki vermesi kadar normal ve insani bir durum yoktur. Zira tepki verilmiyorsa bir sorun mevcuttur. Gel gelelim bu sorunun oluşumuna... 
Bir kadın;

Ne zaman sevişmeli?
Kiminle sevişmeli?
Kaç kez sevişmeli?
Seviştikten sonra dışarıya çıkmalı mı?
...
Bir erkek
Kaç yaşında sünnet olmalı?
Kaç yaşında "milli" olmalı?
Neden askere gitmek zorunda?
İstediği işi yapabilmeli mi?
Egemenlik hegemonyasını ne kadar korumalı?
...
Bir LGBTT;
Ne kadar süre gizli yaşamalı?
Nerede yaşamalı?
Kiminle yaşamalı?
Hasta mı, değil mi?
...
Bir öğrenci
İstediği bölüme girmek için gerekli olmayan derslerden sınavı girmeli mi?
İstediği bölümü kazanamaz ise ne yapmalı?
Elli bin öğrenci sayısı olan üniversitede iki bin kişilik yurtta kalabilir mi?
Bu yurtlarda kalmazsa nerede, hangi parayla yaşamalı?
...

Bir alevi
Alevi olduğunu ne kadar süre gizlemeli mi?
"Biz aslında cem yapıyoruz, semah dönüyoruz" diyebilmeli mi?
Yüzyıllardır devlet tarafından tanınmadığını fark etmeli mi?
Yansalar da incitmeyenler, bin kere mazlum olsa da bir kere zalim olmamayı seçen değil mi?
...
Bir kürt;
Yüzyıllarca varlığı inkar edilen mi?
Örgüt müyüm, Türk müyüm, hangisi olmalıyım diyen mi?
Hiç görmediğimiz, bilmediğimiz yerlerde öldürülen mi?
...
Bir işçi;
Sendikalı olduğundan tehdit edilen mi?
Ne zaman işine son verileceğini bilen mi?
Ne kadar maaş alması gerektiğini bilmeli mi?
Kime itaat etmesi gerektiğini sezen mi?
...
         -Belirtmeliyim ki, kalın harflerle yazmak isteyip de buraya sığdıramayacağım bir çok kelime var.- 
        Yine de, bu soruların cevaplarını verdiğimizde etkinin tepkiye oluşumu açıkça ortaya çıkıyor. 
        Peki ya  tepkiye gelmeyenleri çağırma duygusu nedir?

        Bu duygu, ötekileştirilmenin dibine düşmüş bir halkın ötekileşmeme çabasıdır. Demem o ki;  Çocuklar sokakta iki taşla bir kale kurup futbol maçı yaparlar. Aslında iki takımın da sayısı eşittir. Bir takımın fazla ve diğer takıma karşın güçlü olunacağı biline biline, balkonda görülen bir başka çocuk da maça çağrılır. "Şişt, gelsene lan, hadi tek kale maç yapacağız. -Babam gelecek birazdan, gelemem ben. - Hadi be oğlum, bir maç yapacağız altı üstü 10 golde bitecek. - Gelsene lan, ne olacak? Baban gelene kadar bitiririz. -Tamam geliyorum."

        Bu kadar samimi bir duygu besleyen insanlara, tepki vermeme özgürlüğünüzden bahsederseniz, tek özgürlüğünüz ile sınırlanmış olursunuz.

        Ne o sokaktaki futbol maçının keyfini yaşayabilirsiniz, ne de birlikte hareket etmenin mutluluğunu...