7 Nisan 2015 Salı

Ezen veya Ezilen ya da Hiçbiri...

                Neandertaller'den bu yana insan ve yaşamı üzerine bir çok düşünce ortaya atıldı. Para ve sonrasında var olan sınıflar, sınıfların oluşturduğu toplumlar ve yönetim biçimleri sorgulandı. Gücün para mı yoksa asker mi olduğu sorularıyla karşı karşıya gelindi. Paranın, gücün, savaşın ve harita üzerinde paylaşılan bölgelerin sanal çizgilerle belirlenmesi, çoğu insana, "son" algısı yaratmış olsa da Herakletios'un dediği gibi, değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir, düşüncesi diyalektiğin devamını bizlere öğretti.

                 Bu değişim sürecinde insanlar iki olasılıktan birini seyretmek zorunda kaldılar; insanlaşma veya insandışılaşma. En başında insan olarak var olmasına karşın süreçte tahrifat göstererek insandışılaşma yolunda ilerleyen kişilerin sonucunda da iki olasılıktan biri olmak zorundaydılar; ezenler veya ezilenler. Böylesi bir durumda yapılması gerekeni Paulo Freire şöyle belirtmektedir; insanlaşma, adaletsizlik, sömürü, baskı ve ezenlerin şiddetiyle engellenir; ezilenlerin özgürlük ve adalet özlemiyle, kaybettikleri insanlığı yeniden kazanma mücadelesiyle olumlanır.

                Ezilenlerin böylesi bir çaba içerisinde gerçekleşecek olan ihtimallerden bir tanesi, ezenlerini ezilen, kendilerini ise ezen konumuna getirmeleridir. Bu durum, insanlaşmanın aksine sadece yer değiştirmeyi sağlamaktadır. Diğer bir ihtimal ise, kendileriyle beraber ezenlerini de insanlaştırabilme durumudur. Bu noktada ezen ve ezilen ortadan kalkmış, insandışılaşma yerini durmadan devam edecek olan insanlaşma mücadelesine bırakmış olur.

                Günümüz Türkiye'de insanlaşma mücadelesi veren ezilenler kendi arasında ikiyi ayrılır. Ezen olmayı isteyen ezilenler ve hem kendini hem de ezenlerini özgürleştirmeye çalışan ezilenler. 60'lı yıllardan bu yana verilen karşılıklı idam kararları, oluşturulan yasalar, asılsız ihbarlar ve neticelerine baktığımızda intikam duygusunun had safhada olduğu görülmektedir. Halk arasında bir söylem olan ve bu durumu kanıtlayan bir söz de "ben olsam, bunların hepsini Taksim'de sallandırırım" olmuştur. Nitekim sallandırma olmasa da birileri Taksim Meydanı'nda elinden geleni yapmış ve bir çok insanın ölümüne sebep olmuştur.

                Kendini ve ezenlerini özgürleştirme yolunda ilerleyen kesim ise bunu söylemlerinde her daim göstermeye çalışmıştır. Bu durum, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yansıtılır. Türkiye'de başlıca bahsedilebilecek ezilenler (kadınlar, aleviler, kürtler, ermeniler, lgbti bireyler...) ilk olarak kendilerinin var olduğunu ve bunun kabulünü talep etmektedirler. Sonrasında ortak bir yaşam, eşit paylaşım ve  anayasada eşit yaklaşımlara ihtiyaç duyduklarını dile getirmektedirler. Bunun yanı sıra öğrenciler, işçiler, öğretmenler vd. ezilenler de haklarını talep ederek insandışılaşmaya karşı mücadele içerisine girerler. Tek dertleri insanlaşmak olan bu ezilenlerin, özgürlük ve eşitlik adına ezenlerinin de insanlaşmasını ister ve bunun için çaba gösterirler.

                Bu süreci tam anlamıyla demokratik bir sistem oluşturarak gerçekleştirebilecek ezilenler için Türkiye'de çok seçenek yoktur. Ya yeni Türkiye yolunda -ki bu bir türlü gelmedi - vaat edilen umut doğrultusunda ezenlerle devam edecek, ya ezenlerini ezerek yeni ezen konumuna gelecek ya da kendini ve ezenlerini özgürleştirecektir. 

HAYIR DEMENİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI


        Bugün TDK'nın sitesine girip bir kaç kelimenin anlamına bakarken naz sözcüğünün anlamları dikkatimi çekti.  Birinci anlamı; Kendini beğendirmek amacıyla yapılan davranış, cilve, eda. İkincisi anlamı ise; İsteksiz gibi görünerek yalvartmak amacıyla yapılan davranış. Böylesi kavramlar üzerine yazma gereksinimi duydum. Belki bir arınma belki de öğrenmeye çalışma durumu... Neyse efendim, gelelim naz kelimesine.
     
      Yaşadığımız coğrafyada kimlerin naz yaptığı, pardon kimlerin naz yapması gerektiği toplum tarafından öğretilmektedir. Hatta -içgüdü mü, alışkanlık mı bilmiyorum- bu durumu taktiksel olarak kullananlar da mevcuttur. Sevgili olma, evlenme ve buna benzer ikili ilişkilerde çok gördüğümüz bu durum ergenlik döneminde belirginleşmektedir. Bu genç insanların nasıl naz yapması gerektiği  ataerkil toplum tarafından yüklenmiş bir görevdir.  Ataerkil toplum öğretileri de bu yönde olduğundan naz yapması gereken kişi genellikle kadınlar olmak durumundadır. Bu demek değildir ki, günümüzde erkekler naz yapmamaktadır. Durum sadece eril zihniyetin istediği gibi işlemektedir.

        Bir kadın bir erkekle birlikte olmak ister ama başka türlüsünü bilmediğinden ona öğretilen şekilde gerçekleştirmek zorundadır. Önce karşısındakini etkiler ve sonra naz yapar. Erkek bunu fark eder ve ona da öğretilenin aynısı olduğundan oyuna dahil olur. Erkeğin burada bildiği, karşısındakinin gerçekten istediğini düşündüğünü ama bunu belli etmediğidir. Bu yüzden, erkek karşısındaki kadına kendi istediği her şeyi yapmayı meşru görür. Neticesinde korkusu yoktur, çünkü kendince karşısındakinin her hayır demesi hayır değil artık evettir.

          Gün gelir, erkek bir şey ister. Kadın istemediği bir şey yapıldığında hayır der. Bunu evet olarak algılayan erkek yapmaya devam eder. Kadın hayır cevabını bir kaç kez tekrarladıktan sonra erkek, neden bu kadar tekrarladığını anlayamaz. Çünkü ona göre onun istediği her şeyi karşı taraf da istemek zorundadır. Ve şu an kesinlikle naz yapmaktadır. Bunu kadın kabul etmese de korkusundan, mahalle baskısından veya bilmediğim bir sebepten sesini çıkartmaz, çıkartamaz.

       Bu kadın ve erkek büyür, birer yetişkin olur. Kadın sevgilisi, kocası, arkadaşı, eşi-dostu her ne halt ise bir erkek tarafından taciz/tecavüze uğrar. Çünkü erkeğin istediği her şeyi istemek zorundadır.
   
      Çünkü  o da zevk alıyordu, bu yüzden rıza gösteriyordu. Mini etek giymişti. Dekoltesi vardı. İstiyordu ama tek derdi beni yalvartmaktı. Çünkü naz yapıyordu. Fazla naz aşık usandırırdı. Çünkü fazla usanan aşık, çükün verdiği yetkiye dayanarak öldürürdü.

        Öldürdü.

      Eril zihniyet kendi kendine bahaneler üretir, bu bahaneleri kullanır ve sonunda iğrençliğini lehine çevirebilirdi.

        Çevirdi.


27 Mart 2015 Cuma

Bir Selam Bin Sabah

        Gözleri parlayan güzel insanlar tanıdım. Denk gelmeyi beklediğim güzel insanların selamı, onları ne kadar özlediğimi hissettirdi. Bir kelimeye ne çok anlam katılabiliyormuş. Özlemi, sevgiyi, alışkanlığı, tutulan eli, harcanan emeği sadece nasılsın diyerek anlatabiliyormuş insan. İyiyim, sen nasılsın, diye verilen cevapta kalp hediye edilebiliyormuş. Ama bir sorun vardı. Hisler bağımsız iken mutluluktan uçmalı mıydı, parıltıya kilitlenip kalmak mıydı? Bunlar cevabını veremediğim sorulardı. Ruhum bedenimden ayrılmış gökyüzünden bana bakıyordu, bedenim kıpırdayamayacak durumdayken. Ben de iyiyim, dediğimde artık çok geçti karar vermek için. İzlediğim oyunda bir sonraki repliği, hatta bir sonraki sahneyi tahmin edebiliyor durumdayken bir sonraki cümle yoktu zihnimde. Beynimle kalbim yer değiştirmişti sanki. Düşünemiyor, konuşamıyordum. Sesli bir işaret olmalıydı, ruhumun bedenime geri gelmesini sağlayacak. Yetilerimi kaybetmediğimden emin olmam gerekti. Hiç olma yolunda ilerlemenin sağlığım açısından iyi olmadığını biliyordum. Elimde olmayan bu zaman akışında bir şey yapmalıydım. Ee, neler yapıyorsun görüşmeyeli, diye sorduğumda tanrının varlığına inandım ve yalvardım; lütfen yeri yar ve beni dibine gönder, yalvarırım üstümü de kapat.

         Durumun acizliğinden yakınırken diğer taraftan olması gerekenin en iyisinin bu olduğuna kanaat getirdim. Bir selamın zihinde yarattığı onca görüntünün varlığı bu selamı verebilme amacını gütmekteydi. Bu yüzden mutluydum. Çünkü bir yaraya nasıl dokunulacağını bilen güzel insanlar asla acıtmazlarmış. Teşekkür ederim! 

13 Mart 2015 Cuma

İki Evren

        Varsayalım ki iki evren var. Birinde yaşan herkesin ikizinin bizim yaşamadığımız evrende var olduğunu düşünelim. Ne yapar ne eder, sadece senin ikizini görebilmek için o evrene giderim. Yine de o evrendeki sana aşık olamam. Ondan da bana aşık olmasını bekleyemem. Çünkü bu evrendeki sen gerek bana. Ve bu evrendeki sen aşık olmadıkça bana, eriyecek bu vücut. Bilmelisin, seninle meşgul zihnim, durmayan fabrika işçisi gibi. 

...

3 Mart 2015 Salı

Boşluk

            Köprüden atlamamak için ne sebebim var? Önce sağ ayağımı geçirsem demirlerini üzerine, sonra da sol. Ne kaybederim? Bıraksam kendimi aşağı doğru ve bir film şeridi denen klişe canlansa gözlerimde. hepimizin hayatı aynı olduğuna göre birer klişe değil midir? Sadece yazarlar ve şairler farklı anlatırlar, hepsi bu! Hem, bırak ölmeden önceyi, öldükten sonra da vay be, diyecek kimsem yok. Acının bile en fazla üç gün sürdüğü bu dünyada neyin çabasını veriyoruz? Deme öyle dedi, Kenan, çok bilmiş bir tavırla. En fazla adıma helva dağıtılır, fıstıklı. Üstüne iyi çocuktu denilir ve geçilir.  Öyle zamanlarım oldu ki, bilgi doluyum, ölüm aklımın ucundan geçmiyor. Efenim çünkü, çünkü tüm ilgi bende. İnsan, ilgisiz kalınca mı düşünür ölümü? Sonra işsizlik işte. Aman, dedi Kenan. Dert ettiğin şeye bak! Kaç insan var, işsiz güçsüz dolaşıyor ortalıkta. Öylesi değil be canım kardeşim. Hiç annemin istediği gibi sigortalı bir işim olmayacak mesela. Hiç araba hayali kurmadım ben bu hayatta. Amacım yok, anlıyor musun? Yaşamak için bir amacım yok. Bireysel hiç bir amaç gütmedim. Toplumsal bakarsan da, kim için? Kimin için demokratik yaşam istiyoruz? Bizden sonraki kuşaklar için, değil mi? On beş yaşına kadar gülen gözleri olan temiz çocuklar için... Sonra kaybettiriliyor saflıkları. Çok büyütüyorsun, dedi Kenan. Yaşamak bu kadar basit mi, diye sordum, ayağımın tekini boşluğa bırakarak. Evet, dedi Kenan, yaşamak bu kadar basit. Desene basitlikten öleceğiz. Öyle basitiz ki, dokuzların çarpımı hep karışık gelmiştir. Halbuki matematiğim iyidir benim. Sınıfta çarpım tablosunu ilk ezberleyenlerdenim. Sonra, okuma yarışmasında birinci gelip, kırmızı kurdele ile ortalıkta dolaşan da bendim. Öyle zeki, öyle akıllı bir çocuktum. Hesap makinesiyle milletin yaşını hesaplamaya bayılırdım. Ne yazık ki, annem sadece bunlarla övündü. Sonra yapıştırırdı lafı en okkalısından; bizim çocuk küçükken iyiydi de, büyüdükçe bozuldu. Kenan öyle kederlendi ki, dayanamadı bir sigara uzattı. Aldım bir elimle, diğer elim düşmemek için demiri tutuyordu. Düşmemeliydim, kendim atlamalıydım. Hayat dediğimiz şey de böyle değil miydi? Tercihler yapılır, kararlar verilir ve sonuçlarına katlanılır. Buna da hayat denir. İşte, büyüdükçe salaklaşanlardanım. On beş yaşımdaydım, askere gitmenin, geldikten sonra iş bulmanın ve düzenli gelire ulaşınca evlenmenin bana göre olmadığını söylediğimde. O zaman insanlar, ergensin, geçer bunlar diye bakıyorlardı, alaycı ve gözlerini gözlerime dikerek. Salaklaşma evresi başlamış da haberim yokmuş. İlk aşk olmasa bile, güzel bir kadındı o dönem birlikte olduğum insan. Yatağımda, gecenin bir yarısı, misafir gibi davranan uykuyla bakardım tavana. Çünkü o belirirdi tavanda, lambanın ışınları yansıdıkça gözlerime. Nasıl biriydi, diye sordu Kenan. Dostoyevski okurdu, dedim. Gözlerim parlak ve unutmadığımı dile getirerek. Sen hiç Dostoyevski okudun mu, diye sordum Kenan'a. Kenan cevap vermeden devam ettim, çünkü biliyordum, okumamıştı. Önce ezilenler, sonra öteki adlı eserlerini özet geçerdi bana. Dinlerdim, dakikalarca, saatlerce ve tekrar tekrar. Çok güzeldi be Kenan. Mesela bak, kitap okumayan sevgilim olmadı benim. Oldu da, uzun sürmedi. Şiir sevmeyen de çok azdır. Dostoyevski okuyandan hemen sonra, bir kadın aşık oldu bana. Yüz güzelliği ile herkesi kendine aşık edebilecek, sadece duruşuyla ben buradayım diye bağıran bir kadındı. Ne gözüm gördü, ne kalbim. Ne elini tutabildim, ne gözüne bakabildim. Dokunamam ben, aşkı yükleyemediğim bedene. Zorla da dokunmamalı insan aşık olduğunun bedenine. Öyle değil mi, Kenan? Kenan, beni onayladığını başını iki defa öne ve arkaya atarak gösterdi. Bir de sevgilim olmayanlar var, sadece sevdiğim. Çok sonra gene birin sevdim, her seferinde bir önceki sevdiğime ihanet ettiğimi hissederek. O sevmedi beni, yanımda bulundukça bana zarar verebileceğini düşünerek. Peki, dedim. İnsanlar kararlarıyla vardır dedim ya, öylesi işte. Yıllar sonra bir başkasını sevdim, o da sevmedi. Aslında sevdi ama diğer insanlardan farksız. Diğer insanlardan demeyelim de, kimilerinden farklı, kimilerinden farksız. Neticede özel değildik. İşte böyle Kenan, ne sevdiğim kadın seviyor beni, benim onu sevdiğim gibi, ne de bir işim var, annemin istediği gibi. Ne faydam var gülen gözleri olan çocuklara, ne de saflıklarını koruyabilecek gücüm. E, yeter bu kadarı artık. Madem yapamıyorum, madem istediklerimi gerçekleştiremiyorum bu hayatta, diğer ayağımı da bırakırım boşluğa ve çekerim ellerimi demirlerin üzerinden. Bu arada, sigarayı söndürdüm buraya, sen de giderken çöpe atarsın, değil mi? 

23 Şubat 2015 Pazartesi

PIT

          Pıt, pıt, pıt. Çatıdan yerdeki leğene damlayan suyun sesiydi bu. Umut, dışarıda yağan yağmura dikmişti gözlerini. Yağmurun, gökyüzünden yeryüzüne inişinin ne kadar hızlı olduğunu hesapladı. Yağmurun hızına kendini kaptırdığında, hayatının ne hızlı, ne anlamsız, ne boktan bir hayat olduğunu düşündü. Sahi, neden yaşıyorum? Bunca çaba, erdem, adalet, neden? Peki, insanlar bu yalan koşuşturmalar içinde nasıl mutlu olabiliyor? Yeni telefonlar, yeni bilgisayarlar, yeni ayakkabılar, yeni sevgililer... insanları mutlu eden bu yenilikler miydi, yoksa onlara kattıkları anlamlar mı? Kapattı gözlerini, bulutların yanından geçiyordu ki gözlerini açtığında yerin altındaydı. Tekrar kapattı, bulutların yanında uçuyordu. Açtı gözlerini, karanlık bir yeryüzü vardı üzerinde. İnsanlar yürürken üzerinde, Umut koşuyordu. Mutlulukla, heyecanla koşuyordu. Hiçbir şey tüketmediğini görünce daha çok sevindi. Koştu, koştu, koştu. Durdu. Nereye koşuyordu? Tüm sevinci yok oldu. Var olma düşüncesi ilk aklına düştüğünde hüznün tadına vardı. Hüznü bulduğunda mutluluğu aradı. Mutluluk şartlanmışlıklarımızla dayatılanlar mıydı? Mutluluk ne idi? Erdem ne idi? Etrafına baktığında, kimse yoktu. Herkes yukarıdaydı. Karanlığın ötesinden bir ses duydu. Hişt, dedi biri. Umut, ismiyle tanıştı. Hişt. Umut koştu. Hişt. Umut koştu. Umut sesin geldiği yere koştukça, ses daha uzaktan geliyordu. Hayır, kendini bırakmak yoktu. Yorulmak Umut'a göre değildi, koşmalıydı. Daha hızlı. Hişt. Hişt.
          - Yakaladım seni.
          - Evet.
          - Kimsin sen?
          - Bilge.
          Yağmur yağıyordu. Bilge, gökyüzünden inen her bir yağmur damlasının inişini ayırt edebiliyordu. Olayları en ince ayrıntısına değin düşünebildiğini bu sayede fark etmişti. Ayrıntıların içine gömülür, saatlerce içinden çıkamadığı sorunlarla uğraşır, onları çözene kadar zamanın geçmesini durdurabilirdi. Tüm detayları bir araya toplar ve eleştirisini yapardı. Bir gün, çözümlemeyi ve eleştirmeyi kendine iş edinen Bilge, anlamsızlaşan yaşamların ortasında buldu kendini. Burası, tüketim çılgınlığına hapsolmuş ve sadece kendilerini düşünen insanların dünyasıdır. Bilge, bireysel çıkarların her ideolojiden üstün olduğu bu dünyada başka türlü var olmayı seçti. Olmasıgereken dünya burası değildi. O, anadilinin konuşulmasına yasak getirilen halkının omuzlarına yaslamalıydı omuzlarını. Savaşın ortasında büyüyen çocukların, işgal altındaki köylerde yaşayan insanların hayatına temas etmeliydi. Orada yaşamak istemekteydi. Ama, insanın yapmak istedikleri ile zorunlu kaldıkları eylemler arasında belirlenirdi, hüzün ve mutluluk. Öyle ki, bir yolculuğun mutluluğunda gitti, hüznün dönüşüne. Hişt.
          -Gitmeliyim.
          -Geleyim mi?
          - Sen bilirsin.
          -Peki.
      Pıt. Leğene düşen son yağmur damlasıydı bu. Bir gökkuşağı beliriverdi gökyüzünde. Umut ve Bilge'nin elleri kenetlenmişti, savaşı hiç unutmayacak çocukların ellerine. 

Acıya Ortak Olmak

        Acı çeken toplumun sesi güzeldir. Çünkü, türküleri yaşamdan aldığı dertlerle yazılmıştır. Çünkü onların kültürleri sözle yaşamış, müzikle hayat bulmuştur. Ezilmeyenler sadece dinler. Ezilenlerin acısına ortak olduğunu iddia ederek. Hayır! Ezilmenin acısına ortak olabilir misiniz? Acıyı sadece yaşarsınız. Birinin parmağı kesildiğinde çektiği acıyı, siz parmağınızı keserek hissedemezsiniz.
       Devlet eliyle, yıllarca yakıldı, yıkıldı, talan edildi, tacizlere tecavüzlere karşı geldi. Buradan da anlaşılacağı gibi devlet erkektir. Sınır telleri, devleti erkekleştirir. Erkeklik, öldürür. O zaman, yaşasın mor!
       Maraş, Dersim, Amed, Sivas, Serê Kaniyê, Kobane, Çorum, Gezi, Gazi, Malatya, Zilân...
       Buraya yazmadığım, aklıma gelmeyen bir çok katliama da tanık olan bu coğrafyadan çıkan ses nasıl kötü olabilir ki? Ve sen, nasıl ortak olabilirsin ölüme?

Kırık Kuş

yazılmış öyküleri unutmalı
kırık bir kuş yolculuğu anlatır
geçmiş ölüler tarlasından kendi yarasıyla
o günden beri bir fotoğrafın yası tutulur

        Ne çok severim bu satırları. Ölümü hatırlatır bana, hiç unutmadığım ölümü. Ölüm ne tuhaf şey değil mi? İnsan bazen ölmek ister. Yaşadığı tüm sorunlardan kurtulmak ister. Sonra biri çıkar ve der ki, bu sorunları herkes yaşıyor. Yaşıyor ise herkes aynı sorunu/ve yoksa bir çözümü/ öldürelim hepimizi/tek kurşunla!
        Kapımı çaldı anne? Çalmadı mı? Bana da öyle gelmişti zaten. Yemeyeyim mi tırnaklarımı? Tırnaklarımı yememin sebebi sensin biliyorsun anne. Bilim der ki, iki-dört yaş aralığında çocuk, içindeki enerjiyi dışarı atamadığından kendi bedeninde bunun acısını çıkartır. Doğru, çok üstüne gittim, ben de inanmıyorum zaten bilime. Ne yapayım? Bir karşılıksız sevda içinde yiyorum tırnaklarımı bir de ölümü hatırladıkça. Hep mi yiyorum? Evet, anne.
        Hem kim ister ki, tırnaklarını yiyen, küçük elleri olan ve güçsüz bir insanla birlikte olmayı? Konuşan adam kim anne? Kimse konuşmadı mı? Bana da öyle gelmişti zaten. Ne diyordum? Evet, güç. Güç için paranın miktarıyla doğru orantılı diyorlar, ne diyorsun? Ben öyle düşünmüyorum. Bazen, güç, akıl oluyor, zeka oluyor. Hem parasız, hem salak mıyım? Belki de.. Belki-si fazla mı? Ağlayan insan da güçsüz müdür? Doğal mıdır, ağlamak?
        Ay anne, sen de, ilahi... Doğa, korudukça ilmiğin boynumuza geçmesi değil mi? Kim bunlar anne? Kimse gelmedi mi? Ama ben birilerini görüyorum. Yok yok, sadece birini görüyorum.  Doğada, sigarasını sararken gözüme çarpan ve bende olmayan tırnaklarının ucunda, ince ve güzel, beyaz tırnaklarının ucunda, dişleri de çok güzel, biliyor musun? Genç ölmek ne güzel şey değil mi anne? Değil mi? Niye yaşadın ki bu yaşına kadar? Gerçekten inanıyor musun dünyayı güzelleştireceğine? Eskiden hiç yeni olmaz ki anne. Hiç olmamasından güzeldir ama, değil mi? Eski de olsa güzeldir.
        Gözlerinde gördüm, o bir dünya anne, bir tanrıça, inandım ona. Ben, seni seviyorum dedikçe, onun sadece severim ki ben, demesine inandım. Sever, bilirim. Ama benim onu sevdiğim kadar değil. İnancımı yitiremem, doğru. Umutlanmak istemiyorum ben artık! Ölmek ise çözüm, ne duruyorum? Seni bırakamıyorum anne! Güçsüz bir insanım ben. Seni bırakamıyorum. Ne senin istediğin gibi bir insan olacağım, ne de seni bırakacağım. Güçsüz, çirkin, sefil ve tırnaklarını yiyen bir insanım neticede. Pişman mısın beni doğurduğuna, anne? Neden olmayasın, sen doğurdun diye, sana güzel gelmek zorunda değilim ki... Güzellik bakıştadır değil mi anne? Ama bakışlarım gözyaşlarıyla dolu benim anne. Ağlıyorum, bak. Ve ben bir sarılmaya dünyamı verecek iken... Bak gene getiremedim, cümlenin sonunu. Evet, belki salağım, belki güçsüzüm, ve evet, tırnaklarımı yiyorum ama... Gene olmadı. Bitmiyor bazen cümleler. Bazı hayatlara benziyor. Bazı yaşanmışlıklara, yarıda kalıyor. 
        Yarıda kalan bir çok şey var anne. İş gibi, senin maket gemin gibi, benim "puzzle" ım gibi, ağlamak bazen, yarım kalıyor ya hani, tam boğazın düğümleniyor, bırakıyorsun kendini, rahatlayayım diyorsun ve çıkmıyor oradan.
       Ölürsem gözüm açık kalır mı acaba?  Bilmem, bazıları öyle öllüyor. Bu insanlar neden gülüyor anne? Yok mu insan falan... Delirdim mi ki ben? Deli Şevki vardı, Karadeniz'de. Derdi ki, "kimseye boyun bükmeyip, kimseye zarar vermeyen insana deli derler" Kaç kişiyiz ki? 
      Bir de anne, senin ellerinde onun elleri gibi mi? Nasıl mı? Onun ellerini tutunca ben, kalabalık oluyorum. Bırakıyorum kendimi, uçuyoruz sonra. Gülümsüyoruz birbirimize, gökyüzünde. Düşün anne, bulutlar bile aşağımızda. 
        Ben kimseye zarar vermek istemiyorum anne. Sevdiğim insanların istemediği şeyleri yapmak istemiyorum. Yapmadan da kendimi tutamıyorum. İnsan sevdiğini söylemez ise ölür mü anne? 
        Nereye götürüyorlar beni anne? Anne, tutmayacak mısın beni? Anne, götürüyor-lar. Anne? 

Vasiyet

                Ne toplumun istediklerine uydum, ne de dinin. Bu yüzden ölüm dediğiniz şey benim için bedenin yok olması değil. Hiç olmadı. 
                 Bu yüzden, sahnede bekletin cenazemi bir süre. Alkışlayın, bol bol... Nasıl olsa alkışın başarıyla doğru orantılı olmadığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Çok yorulacaksınız ama ne yapayım? 
                Tanrıçaya müteakip kaldırın cenazemi. El ele tutuşun hepiniz başucumda. Önce Mohsen Namjoo - Khan Baji eserini çalın, dinleyin. Sonra evinizde Koma Amed - Evare dinlersiniz zaten. Şarabı unutmayın, kırmızı olsun. Şerefime kaldırın, çınlasın bardak sesleri. Ağlaşın dakikalarca... Güzel şeyler söyleyin birbirinize. Sonra aklınıza geleyim bir cümle. Tekrar buluşturun gözlerinizi, bitirmeyin öykülerinizi. Düşmeyin sakın tekrara. Yeni şeyler üretin ki bitmeyen bağlar oluşsun yüreklere giden yollarda. Terk etmeyin birbirinizi, bilirim, acıdır. Acıtır yüreği, göz göre göre yokluğu düşünmek. Varlığından habersizmiş gibi yaşamak. Acıtır yüreği.
                Bakmayın benim gittiğime. Siz, Turgut'la göğe bakın, Cemal'le iki çay söyleyin birbirinize. Son paranızı paylaşın ki fakirliği öğrenin. Çok paranız olduğunda hunharca harcayın ki, hayatın kısa, kuşların uçtuğunu bilin. Yatırın bütün paranızı alkole, müslüman çoğulcu toplumlarda işsiz kalmasın TEKEL çalışanları. Hem iki kadehten  sonra daha bir güzel aşık olursunuz birbirinize. Güzel sözcükler iki dubleden sonra, güzel sevişmeler iki kadehten sonra olurmuş. Herkesin uyumasını bekleyin.
                Duygusal olmak istiyorsanız, olun! Ne kaybedersiniz ki bu hayattan. Kaçışınız var mı ölümden?
                Yanlış anlaşılmamak için mücadele edin, aşkınız için ettiğiniz mücadele kadar. Gerçi siz ne kadar anlatsanız da kendiniz, karşıdakinin anladığı kadarsınız. Ve siz ne kadar verirseniz değer, bir önemi yok! Karşıdakinin verdiği önem kadar benliğiniz. Yine de teşekkür edin birbirinize, geçen tüm güzel zamanlar için.
                Benim için emek verenlere, sevdiğimi söylediğim ve söyleyemediğim herkese, bana değer verenlere, hayatımdaki tüm güzel insanlara can-ı gönülden teşekkür ederim. Hepinizden çok şey öğrendim. 
                Yazıyı bitirmek istiyorum ama bir finalim yok. Bu yüzden büyük üstada bırakıyorum sözü, ferfecir eserini dinlerken okuyun bu güzel şiiri.

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları  da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Turgut UYAR

En İyisini Sen Bilirsin (!)

       Bir çok insan yıllarca din elden gidiyor diye öldürüldü bu memlekette. Hepsine bir ad bulundu. Kimi zaman dış güçler, kimi zaman lobiler... Sesini çıkarmadın, sustun. Çorum, Maraş ve Sivas... Bunlar yakın tarihte yaşadıklarımız, bize yaşatılanlar. Evlere işaretler konuldu. Ses çıkarmadın, sustun. İnsanlar Bingöl'de ölümle tehdit edildiler. Kaçtılar, Dersim'e, İstanbul'a... Bilir misin, göçmen sadece ülke sınırları dışında olmuyor bu memlekette. Gezi sürecinde sekiz güzel insanı uğurladık, göremeyeceğimiz yolculuklara. Sesini çıkarmış gibi yaptın. Bir selam verdin.
      Bugün savaş var Kobani'de.  Komşunun akrabası var orada, ölümle karşı karşıya. Yine sesini çıkarmıyorsun, susuyorsun. Şehirde insanlar, akrabaları ölmesin diye sokaklara çıktı. Kimi insanlar ise insanlar ölmesin diye... Kimisi hepsini düşünerek sokaklardaydı. Amaç, Kobani'de yaşanan savaşa karşı birazcık haberdar olunabilmesiydi.
        Haberlerden izlediklerini bilirsin sen, gezi sürecinde yaşayan sendin. Televizyon kanallarının binalarının önünde yapılan eylemleri en iyi sen bilirsin. Sen orada gaz yerken, televizyonda penguen belgeselleri vardı. Hatırladın mı? Şimdi aynı televizyon kanalları, sokağa çıkan insanları terörist olarak lanse ediyor. Sen değil miydin, iki yıl öncesine kadar çapulcu olan? Ne oldu da bu iki yıl içinde ölen insanlara kayıtsız kalmayı öğrendin? Üzerine atılan gazı geri atmayı öğreten insanlara bu derece sırtını dönmene sebep olan nedir? Eylemde yüzüm görünmesin diye kamerayı ters çevirmeye çalışan sen değil miydin? Çeviremeyince yanındaki arkadaşından destek alan da sendin.  Sadece merakımdan soruyorum, nedir seni bu derece sessiz kılan?
        Çok istiyorlarsa Kobani'ye gitsinler diyorsun ya, işte, ona dahi izin verilmiyor. Kobani'ye destek için giden onlarca insanı yolda beş-altı defa çevirip kimlik kontrolü yapılıyor. Daha köylerden Kobani'ye geçmeden gaz ve suyla karşı karşıya kalıyorlar.
        Senin komşun, iş arkadaşın, kardeşim dediğin insanlar bunlar. Olmasalar da önemli değil ama hani bir yerden temas ediyor sana. Şunu da bil, tarih dediğin şey senin geçmişinden ibaret değil. Senin bulunduğun an tarihi bir andır. Ve sen bu zamanı nasıl geçirirsen öyle yazılırsın tarih kitabına. Üç seçeneğin var aslında. Ya öldürensin, ya ölen. Ya da ölüme seyirci kalarak, ölüme göz yuman.
         Ek olarak belirtmeliyim ki, ben sınırlara inanmıyorum. Bir kaç kişinin koyduğu sanal çizgiler üzerinden yapılan ticarete de...  İnsansın sen! Tek istediğim bunu hatırlaman. Etnik kökenin veya etnik kökenim hiç önemli değil. Ne olur, insan olduğunu hatırla ve Kobani'ye sessiz kalma! 

Bugün de Ölmedim

            Sabah saat dörtte telefon çalıyordu. Açtım, gelen ses titrek ve ağlamaklıydı. Ölümün ne zaman geldiği önemli mi? Otuz yaşında ölmekle altmış yaşında ölmek arasında ne fark var? diye art arda sorular soruyordu. Hiç düşünmedim, diyerek telefonu kapattım.
           Olaylar yine çığırından çıktı. Düşünmedim mi gerçekten ölmeyi? Düşündüm. Önemi olmayan konulardı bunlar hep. Gözlerimi kapatıp tekrar uykuya daldım.
           Bir kadının kahverengi gözlerinde, birilerinin üzerime su döktüklerini gördüm. Birileri hüzünlü surat ifadeleriyle üzerimde su gezdiriyordu. Neyin hüznüydü bu? Niye bu kadar asıktı suratları? Çok zaman geçmedi, insanların omuzlarında buldum kendimi. Cenazeydim. İstediğim bu değildi.  Ölüyüm diye omuzlarda taşınmak isteğim olmadı hiç. Yaşarken bakıp selam vermekten çekinen insanlar taşıyorlardı omuzlarında beni. Amaç kendilerini affettirmek mi, yoksa ben kendimi bir bok sanayım diye miydi bu eylemler, bilmiyorum. Bir ahali saygı içerisindeydi bana. Yaşarken omuz atıp, sinirle giden insanlar, şimdi sadece ölüyüm diye, dokunmaktan çekinen insanlardı. Bitmeyen saygı göstergesi süresince soğuk görünen bir taşın üzerine koydular beni. Ben saatlerce beklerken orada, hakkımdaki konuşmaları dinliyordum bir taraftan. Çok sıkılmıştım. Bir an sohbetin benden çıkıp futbol konusuna geçmesini garipsedim. Sonra insanların birbirleri hakkındaki dedikodularıydı beni en çok üzen. Ne çok insan vardı yaşarken birbirini sevmeyen ve ne çok insan vardı, sevmediği insan ölünce omuzlarına alarak saygı gösteren. İyi ki öldü diyen de oldu, ölmeseydi de oturup bu akşam iki kadeh rakı içseydik diyen de... Birinin öksürmesiyle herkes toparlandı. Sıralı biçimde arka arkaya geçtiler. Ellerini göbeklerinde bağladı erkekler. Kadınların bir kısmı oturuyordu sol tarafta, bir kısmı ayaktaydı, oturanların yanında. Fakat ben hiç inanmadım kadınların erkeklerin kaburgasından yaratıldığına. Çok saygılıysanız bana, ya hep beraber oturun başucumda ya da hepiniz ayağa kalkın, hep beraber sıraya geçin yanı başımda. Sıraya geçmeye de karşıydım bu arada. Düzensizlik de bir düzendir esasında. Diyebilseydim de bunları, biliyorum dinlemeyecektiniz beni. Anlamadığım da buydu. Birinin öksürmesi yetiyordu sizi bir araya getirmeye ve kadınları dışarıda tutmaya. Birinin çığlıkları ise bir boka yaramıyordu. Öksüren erkek başımda konuşmaya başladı. Sonra ahali hep bir ağızdan üç defa helal olsun dedikten sonra tekrar aldılar beni omuzlara. Ne bitmek bilmeyen saygıydı. İnsan şımarıyor bu kadar üstüne gelindikçe. Yüklediler bir arabaya. Bir süre sonra tekrar aldılar omuzlara. Artık bitsin isterken ben, tamam dediler, burası. Koydular toprağın içine. Üstüme toprak yağdırdılar. Sonunda dağıldılar.
         Zil çaldı. Kapıyı açtığımda karşımda kahverengi gözlü kadın. Bakışımla gözlerinde gördüğüm ölümü hissettirmiş olmalıyım ki, yüzünde tatlı bir gülümseme hasıl oldu.
        "Otuz yaşında ölmekle, altmış yaşında ölmek arasında ne fark var" diye sordu bana.
        "Seninle yaşamam gereken bir otuz yılın eksikliği" dedim.
         Saatin alarmı çaldı. Uyandığımda saat sekizdi. Baktım, bugün de ölmemişim.