14 Haziran 2016 Salı

Uzak

Göğüs kafesinin sıkışmasıyla insanın yüreğine oturan öküzün arasında ince bir çizgi olduğunu düşünüyorum. 
Kaybetmekle kazanmak arasındaki an kadar kısa, ayrılmakla kavuşmak arasındaki yol kadar uzak. Biriktirdiğim çığlıkların oluşturduğu dünya kadar büyük. Sebepli, sebepsiz... Yürümek mi, koşmak mı? Ufak bir tebessüm ya da sadece bir sözcük. Bağırmak belki işe yarar ama ya düğümlenen sözcükler... 
Neyse, kalkmalı öküz. İyi de nasıl? 

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Boşluk - Ummak - Hissetmek

            Güneşin saydam ışınları her bir yaprağa düşüşüyle yeni bir dünya oluşturuyordu. Ben ise bu dünyalara sığmayan ruhumla ağacın dibine oturmuş, dizlerimi çoktan çenemin altına çekmiştim. Sadece düşünüyor, hayal kuruyor, nasıl kaybettiğimi kurguluyordum. Çimenlerin simetrik ve topluluk olarak yayılışını inceliyor, bir ağacın varoluş sürecini kafamda tasarlıyordum. Zamanla üzerine yüklenen ağırlığı düşünüyordum. Ne acılar çekmiştir, kim bilir. Her gün başka bir hikayenin ortasında kalıp, aşklarına kavuşabilmiş midir? Bir ağacın aşkını çizebilir misin Abidin? Çimenlerin topluluk halinde haykırışını, çiçeklerin aralara serpilip renk katışını, gökyüzünün onlara olan sevgisini ve bir insanın hepsini mahvedişini...
            Güneşin hiçbir etkisi olmadan parlayan saçları, çimenlerin arasında süzülen ayakları ve bembeyaz teniyle biri duruyor, uzakta. Bakışları ela, sağ elini uzatmış, adım atacak gibi, duruyor öylece. Öyle sakin, öyle çağırtkan, öyle sevdalı bakıyor ki, inanıyorum, güveniyorum. Bir ceylanın güzel gözlerindeki ürkek bakışlarına güveniyorum. Hiç kıpırdamıyor. Yaslandığım ağaçtan destek alarak ayağa kalkıyorum. Tıpkı karşımdaki ceylan gibi, onun duygusu ve yüreğini taklit ederek duruyorum. Bir elimi kaldırıyor, aynı çağırtkanlıkla ona doğru uzatıyorum. Işıldayan bir su misali, ölümü hatırlatırcasına bakıyor.  Çölün sıcaklığı yok belki, parlayan bir ay da yok ama bir yansıma var bakışlarında. Eski bir yaranın kabuk bağlamış hali gibi acıtmıyor ama soyulması gereken, ilaca ihtiyaç duymadan koparılması gereken bir kızarıklık bu! Öyle ki aşk gibi, sevda gibi... Zaman gerek iyileşmesine, bir ağacın büyüme hızında kök salmalı toprağa.
            Yaklaştım, uzattığım elimi tuttu. Yetmedi, sımsıkı sarmak istedim o bedeni. İzin istedim, o ceylan gözlerine bakarak. Bir his uyandı rüyadan, iki kolumla sardım tüm vücudunu. Bir tufan koptu içimde, Nuh'un bile yaşayamayacağı bir tufan! Mecnun'un yemini, Kerem'in dağları, Hayyam'ın serzenişi... Ellerinden tuttu, yanıma oturdu, sırtını ağaca yasladı. Büyük bir gölgenin altında, çimenlerin rüzgarın etkisiyle dans edişini seyrediyorduk. Ellerimiz kenetlenmiş, yek vücut halinde, bakıyorduk sadece büyük bir boşluğa.
            Ne olacak bilmiyoruz, ne yaşayacağız, ne hissedeceğiz, nereye gideceğiz, nasıl edeceğiz... Bakıyoruz sadece, çimenlere, çimenlerin içindeki renkli çiçeklere, o büyük ve dev ağaçlara, yılmadan, usanmadan, aşkla bakıyoruz. İnanıyoruz, güveniyoruz, hissediyoruz...

            Umarız, yaşarız... Umarız hayallerimizi, umarız umutlarımızı, umarız isteklerimizi ve umarız isteklerimizi yaşarız... 

7 Nisan 2015 Salı

Ezen veya Ezilen ya da Hiçbiri...

                Neandertaller'den bu yana insan ve yaşamı üzerine bir çok düşünce ortaya atıldı. Para ve sonrasında var olan sınıflar, sınıfların oluşturduğu toplumlar ve yönetim biçimleri sorgulandı. Gücün para mı yoksa asker mi olduğu sorularıyla karşı karşıya gelindi. Paranın, gücün, savaşın ve harita üzerinde paylaşılan bölgelerin sanal çizgilerle belirlenmesi, çoğu insana, "son" algısı yaratmış olsa da Herakletios'un dediği gibi, değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir, düşüncesi diyalektiğin devamını bizlere öğretti.

                 Bu değişim sürecinde insanlar iki olasılıktan birini seyretmek zorunda kaldılar; insanlaşma veya insandışılaşma. En başında insan olarak var olmasına karşın süreçte tahrifat göstererek insandışılaşma yolunda ilerleyen kişilerin sonucunda da iki olasılıktan biri olmak zorundaydılar; ezenler veya ezilenler. Böylesi bir durumda yapılması gerekeni Paulo Freire şöyle belirtmektedir; insanlaşma, adaletsizlik, sömürü, baskı ve ezenlerin şiddetiyle engellenir; ezilenlerin özgürlük ve adalet özlemiyle, kaybettikleri insanlığı yeniden kazanma mücadelesiyle olumlanır.

                Ezilenlerin böylesi bir çaba içerisinde gerçekleşecek olan ihtimallerden bir tanesi, ezenlerini ezilen, kendilerini ise ezen konumuna getirmeleridir. Bu durum, insanlaşmanın aksine sadece yer değiştirmeyi sağlamaktadır. Diğer bir ihtimal ise, kendileriyle beraber ezenlerini de insanlaştırabilme durumudur. Bu noktada ezen ve ezilen ortadan kalkmış, insandışılaşma yerini durmadan devam edecek olan insanlaşma mücadelesine bırakmış olur.

                Günümüz Türkiye'de insanlaşma mücadelesi veren ezilenler kendi arasında ikiyi ayrılır. Ezen olmayı isteyen ezilenler ve hem kendini hem de ezenlerini özgürleştirmeye çalışan ezilenler. 60'lı yıllardan bu yana verilen karşılıklı idam kararları, oluşturulan yasalar, asılsız ihbarlar ve neticelerine baktığımızda intikam duygusunun had safhada olduğu görülmektedir. Halk arasında bir söylem olan ve bu durumu kanıtlayan bir söz de "ben olsam, bunların hepsini Taksim'de sallandırırım" olmuştur. Nitekim sallandırma olmasa da birileri Taksim Meydanı'nda elinden geleni yapmış ve bir çok insanın ölümüne sebep olmuştur.

                Kendini ve ezenlerini özgürleştirme yolunda ilerleyen kesim ise bunu söylemlerinde her daim göstermeye çalışmıştır. Bu durum, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yansıtılır. Türkiye'de başlıca bahsedilebilecek ezilenler (kadınlar, aleviler, kürtler, ermeniler, lgbti bireyler...) ilk olarak kendilerinin var olduğunu ve bunun kabulünü talep etmektedirler. Sonrasında ortak bir yaşam, eşit paylaşım ve  anayasada eşit yaklaşımlara ihtiyaç duyduklarını dile getirmektedirler. Bunun yanı sıra öğrenciler, işçiler, öğretmenler vd. ezilenler de haklarını talep ederek insandışılaşmaya karşı mücadele içerisine girerler. Tek dertleri insanlaşmak olan bu ezilenlerin, özgürlük ve eşitlik adına ezenlerinin de insanlaşmasını ister ve bunun için çaba gösterirler.

                Bu süreci tam anlamıyla demokratik bir sistem oluşturarak gerçekleştirebilecek ezilenler için Türkiye'de çok seçenek yoktur. Ya yeni Türkiye yolunda -ki bu bir türlü gelmedi - vaat edilen umut doğrultusunda ezenlerle devam edecek, ya ezenlerini ezerek yeni ezen konumuna gelecek ya da kendini ve ezenlerini özgürleştirecektir. 

HAYIR DEMENİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI


        Bugün TDK'nın sitesine girip bir kaç kelimenin anlamına bakarken naz sözcüğünün anlamları dikkatimi çekti.  Birinci anlamı; Kendini beğendirmek amacıyla yapılan davranış, cilve, eda. İkincisi anlamı ise; İsteksiz gibi görünerek yalvartmak amacıyla yapılan davranış. Böylesi kavramlar üzerine yazma gereksinimi duydum. Belki bir arınma belki de öğrenmeye çalışma durumu... Neyse efendim, gelelim naz kelimesine.
     
      Yaşadığımız coğrafyada kimlerin naz yaptığı, pardon kimlerin naz yapması gerektiği toplum tarafından öğretilmektedir. Hatta -içgüdü mü, alışkanlık mı bilmiyorum- bu durumu taktiksel olarak kullananlar da mevcuttur. Sevgili olma, evlenme ve buna benzer ikili ilişkilerde çok gördüğümüz bu durum ergenlik döneminde belirginleşmektedir. Bu genç insanların nasıl naz yapması gerektiği  ataerkil toplum tarafından yüklenmiş bir görevdir.  Ataerkil toplum öğretileri de bu yönde olduğundan naz yapması gereken kişi genellikle kadınlar olmak durumundadır. Bu demek değildir ki, günümüzde erkekler naz yapmamaktadır. Durum sadece eril zihniyetin istediği gibi işlemektedir.

        Bir kadın bir erkekle birlikte olmak ister ama başka türlüsünü bilmediğinden ona öğretilen şekilde gerçekleştirmek zorundadır. Önce karşısındakini etkiler ve sonra naz yapar. Erkek bunu fark eder ve ona da öğretilenin aynısı olduğundan oyuna dahil olur. Erkeğin burada bildiği, karşısındakinin gerçekten istediğini düşündüğünü ama bunu belli etmediğidir. Bu yüzden, erkek karşısındaki kadına kendi istediği her şeyi yapmayı meşru görür. Neticesinde korkusu yoktur, çünkü kendince karşısındakinin her hayır demesi hayır değil artık evettir.

          Gün gelir, erkek bir şey ister. Kadın istemediği bir şey yapıldığında hayır der. Bunu evet olarak algılayan erkek yapmaya devam eder. Kadın hayır cevabını bir kaç kez tekrarladıktan sonra erkek, neden bu kadar tekrarladığını anlayamaz. Çünkü ona göre onun istediği her şeyi karşı taraf da istemek zorundadır. Ve şu an kesinlikle naz yapmaktadır. Bunu kadın kabul etmese de korkusundan, mahalle baskısından veya bilmediğim bir sebepten sesini çıkartmaz, çıkartamaz.

       Bu kadın ve erkek büyür, birer yetişkin olur. Kadın sevgilisi, kocası, arkadaşı, eşi-dostu her ne halt ise bir erkek tarafından taciz/tecavüze uğrar. Çünkü erkeğin istediği her şeyi istemek zorundadır.
   
      Çünkü  o da zevk alıyordu, bu yüzden rıza gösteriyordu. Mini etek giymişti. Dekoltesi vardı. İstiyordu ama tek derdi beni yalvartmaktı. Çünkü naz yapıyordu. Fazla naz aşık usandırırdı. Çünkü fazla usanan aşık, çükün verdiği yetkiye dayanarak öldürürdü.

        Öldürdü.

      Eril zihniyet kendi kendine bahaneler üretir, bu bahaneleri kullanır ve sonunda iğrençliğini lehine çevirebilirdi.

        Çevirdi.


27 Mart 2015 Cuma

Bir Selam Bin Sabah

        Gözleri parlayan güzel insanlar tanıdım. Denk gelmeyi beklediğim güzel insanların selamı, onları ne kadar özlediğimi hissettirdi. Bir kelimeye ne çok anlam katılabiliyormuş. Özlemi, sevgiyi, alışkanlığı, tutulan eli, harcanan emeği sadece nasılsın diyerek anlatabiliyormuş insan. İyiyim, sen nasılsın, diye verilen cevapta kalp hediye edilebiliyormuş. Ama bir sorun vardı. Hisler bağımsız iken mutluluktan uçmalı mıydı, parıltıya kilitlenip kalmak mıydı? Bunlar cevabını veremediğim sorulardı. Ruhum bedenimden ayrılmış gökyüzünden bana bakıyordu, bedenim kıpırdayamayacak durumdayken. Ben de iyiyim, dediğimde artık çok geçti karar vermek için. İzlediğim oyunda bir sonraki repliği, hatta bir sonraki sahneyi tahmin edebiliyor durumdayken bir sonraki cümle yoktu zihnimde. Beynimle kalbim yer değiştirmişti sanki. Düşünemiyor, konuşamıyordum. Sesli bir işaret olmalıydı, ruhumun bedenime geri gelmesini sağlayacak. Yetilerimi kaybetmediğimden emin olmam gerekti. Hiç olma yolunda ilerlemenin sağlığım açısından iyi olmadığını biliyordum. Elimde olmayan bu zaman akışında bir şey yapmalıydım. Ee, neler yapıyorsun görüşmeyeli, diye sorduğumda tanrının varlığına inandım ve yalvardım; lütfen yeri yar ve beni dibine gönder, yalvarırım üstümü de kapat.

         Durumun acizliğinden yakınırken diğer taraftan olması gerekenin en iyisinin bu olduğuna kanaat getirdim. Bir selamın zihinde yarattığı onca görüntünün varlığı bu selamı verebilme amacını gütmekteydi. Bu yüzden mutluydum. Çünkü bir yaraya nasıl dokunulacağını bilen güzel insanlar asla acıtmazlarmış. Teşekkür ederim! 

13 Mart 2015 Cuma

İki Evren

        Varsayalım ki iki evren var. Birinde yaşan herkesin ikizinin bizim yaşamadığımız evrende var olduğunu düşünelim. Ne yapar ne eder, sadece senin ikizini görebilmek için o evrene giderim. Yine de o evrendeki sana aşık olamam. Ondan da bana aşık olmasını bekleyemem. Çünkü bu evrendeki sen gerek bana. Ve bu evrendeki sen aşık olmadıkça bana, eriyecek bu vücut. Bilmelisin, seninle meşgul zihnim, durmayan fabrika işçisi gibi. 

...

3 Mart 2015 Salı

Boşluk

            Köprüden atlamamak için ne sebebim var? Önce sağ ayağımı geçirsem demirlerini üzerine, sonra da sol. Ne kaybederim? Bıraksam kendimi aşağı doğru ve bir film şeridi denen klişe canlansa gözlerimde. hepimizin hayatı aynı olduğuna göre birer klişe değil midir? Sadece yazarlar ve şairler farklı anlatırlar, hepsi bu! Hem, bırak ölmeden önceyi, öldükten sonra da vay be, diyecek kimsem yok. Acının bile en fazla üç gün sürdüğü bu dünyada neyin çabasını veriyoruz? Deme öyle dedi, Kenan, çok bilmiş bir tavırla. En fazla adıma helva dağıtılır, fıstıklı. Üstüne iyi çocuktu denilir ve geçilir.  Öyle zamanlarım oldu ki, bilgi doluyum, ölüm aklımın ucundan geçmiyor. Efenim çünkü, çünkü tüm ilgi bende. İnsan, ilgisiz kalınca mı düşünür ölümü? Sonra işsizlik işte. Aman, dedi Kenan. Dert ettiğin şeye bak! Kaç insan var, işsiz güçsüz dolaşıyor ortalıkta. Öylesi değil be canım kardeşim. Hiç annemin istediği gibi sigortalı bir işim olmayacak mesela. Hiç araba hayali kurmadım ben bu hayatta. Amacım yok, anlıyor musun? Yaşamak için bir amacım yok. Bireysel hiç bir amaç gütmedim. Toplumsal bakarsan da, kim için? Kimin için demokratik yaşam istiyoruz? Bizden sonraki kuşaklar için, değil mi? On beş yaşına kadar gülen gözleri olan temiz çocuklar için... Sonra kaybettiriliyor saflıkları. Çok büyütüyorsun, dedi Kenan. Yaşamak bu kadar basit mi, diye sordum, ayağımın tekini boşluğa bırakarak. Evet, dedi Kenan, yaşamak bu kadar basit. Desene basitlikten öleceğiz. Öyle basitiz ki, dokuzların çarpımı hep karışık gelmiştir. Halbuki matematiğim iyidir benim. Sınıfta çarpım tablosunu ilk ezberleyenlerdenim. Sonra, okuma yarışmasında birinci gelip, kırmızı kurdele ile ortalıkta dolaşan da bendim. Öyle zeki, öyle akıllı bir çocuktum. Hesap makinesiyle milletin yaşını hesaplamaya bayılırdım. Ne yazık ki, annem sadece bunlarla övündü. Sonra yapıştırırdı lafı en okkalısından; bizim çocuk küçükken iyiydi de, büyüdükçe bozuldu. Kenan öyle kederlendi ki, dayanamadı bir sigara uzattı. Aldım bir elimle, diğer elim düşmemek için demiri tutuyordu. Düşmemeliydim, kendim atlamalıydım. Hayat dediğimiz şey de böyle değil miydi? Tercihler yapılır, kararlar verilir ve sonuçlarına katlanılır. Buna da hayat denir. İşte, büyüdükçe salaklaşanlardanım. On beş yaşımdaydım, askere gitmenin, geldikten sonra iş bulmanın ve düzenli gelire ulaşınca evlenmenin bana göre olmadığını söylediğimde. O zaman insanlar, ergensin, geçer bunlar diye bakıyorlardı, alaycı ve gözlerini gözlerime dikerek. Salaklaşma evresi başlamış da haberim yokmuş. İlk aşk olmasa bile, güzel bir kadındı o dönem birlikte olduğum insan. Yatağımda, gecenin bir yarısı, misafir gibi davranan uykuyla bakardım tavana. Çünkü o belirirdi tavanda, lambanın ışınları yansıdıkça gözlerime. Nasıl biriydi, diye sordu Kenan. Dostoyevski okurdu, dedim. Gözlerim parlak ve unutmadığımı dile getirerek. Sen hiç Dostoyevski okudun mu, diye sordum Kenan'a. Kenan cevap vermeden devam ettim, çünkü biliyordum, okumamıştı. Önce ezilenler, sonra öteki adlı eserlerini özet geçerdi bana. Dinlerdim, dakikalarca, saatlerce ve tekrar tekrar. Çok güzeldi be Kenan. Mesela bak, kitap okumayan sevgilim olmadı benim. Oldu da, uzun sürmedi. Şiir sevmeyen de çok azdır. Dostoyevski okuyandan hemen sonra, bir kadın aşık oldu bana. Yüz güzelliği ile herkesi kendine aşık edebilecek, sadece duruşuyla ben buradayım diye bağıran bir kadındı. Ne gözüm gördü, ne kalbim. Ne elini tutabildim, ne gözüne bakabildim. Dokunamam ben, aşkı yükleyemediğim bedene. Zorla da dokunmamalı insan aşık olduğunun bedenine. Öyle değil mi, Kenan? Kenan, beni onayladığını başını iki defa öne ve arkaya atarak gösterdi. Bir de sevgilim olmayanlar var, sadece sevdiğim. Çok sonra gene birin sevdim, her seferinde bir önceki sevdiğime ihanet ettiğimi hissederek. O sevmedi beni, yanımda bulundukça bana zarar verebileceğini düşünerek. Peki, dedim. İnsanlar kararlarıyla vardır dedim ya, öylesi işte. Yıllar sonra bir başkasını sevdim, o da sevmedi. Aslında sevdi ama diğer insanlardan farksız. Diğer insanlardan demeyelim de, kimilerinden farklı, kimilerinden farksız. Neticede özel değildik. İşte böyle Kenan, ne sevdiğim kadın seviyor beni, benim onu sevdiğim gibi, ne de bir işim var, annemin istediği gibi. Ne faydam var gülen gözleri olan çocuklara, ne de saflıklarını koruyabilecek gücüm. E, yeter bu kadarı artık. Madem yapamıyorum, madem istediklerimi gerçekleştiremiyorum bu hayatta, diğer ayağımı da bırakırım boşluğa ve çekerim ellerimi demirlerin üzerinden. Bu arada, sigarayı söndürdüm buraya, sen de giderken çöpe atarsın, değil mi?